29 Aralık 2014 Pazartesi

Siyah Etekli Tetra, Üretim için İyi Bir Seçim

Siyah Etekli Tetra (Gymnocorymbus ternetzi), eğer ilk defa tetra üretecekseniz, iyi bir seçimdir. Görece dayanıklı bir türdür ve özellikle ticari olarak üretimi yapıldığından beri çok geniş su değerleri aralıklarına uyum sağlayabilmektedir.

Siyah Etekli Tetralarda cinsiyet ayrımı yapmak çok zor değildir; erkekler, dişilere göre daha küçük ve ince yapılıdır ve erkeklerin daha koyu ve geniş anal yüzgeçleri ve daha dar sırt yüzgeçleri vardır.

Uygun bir üretim akvaryumunda, tek bir çift kullanılması mümkün olsa da çok sayıda dişi ve erkek yer almalıdır. Ayrıca akvaryum, iki veya daha fazla yumurta bezi (spawning mop) ve bir sünger filtre ile birlikte, yalın olarak düzenlenmelidir.

Üretim için yumuşak ve asidik (pH yaklaşık 6,0 ve GH 8’den az) su kullanılmalı ve sıcaklık 24 - 26°C aralığında olmalıdır.

Aydınlatma loş tutulmalıdır ve akvaryumun yan ve arka taraflarının koyu renkli kâğıtlarla (kartonlarla) kapatılması da faydalı olur. Yumurtlama eyleminden önce, çeşitli canlı ve dondurulmuş yemlerle balıklara kondisyon kazandırılmalıdır. Su kalitesini sürdürmek için düzenli su değişimleri de yapılmalıdır.

Üretim akvaryumuna alındıklarında balıklar yakından gözlemlenmelidir çünkü tetralar iştahla yumurta yer ve genellikle sabah saatleri olmak üzere, yumurtlama tamamlanır tamamlanmaz anaç balıklar akvaryumdan alınmalıdır. Sonrasında yumurta bezleri elle tutulmalı ve yumurtalar akvaryumun zeminine doğru düşecek şekilde sallanmalıdır.

Tetra yumurtaları ışığa karşı duyarlıdır, bu yüzden akvaryumda beş altı gün karanlık ortam yaratılmalıdır. Yumurtalar genellikle yaklaşık 24 saat içerisinde çatlar ve yavrular beş altı gün sonra serbest yüzer hâle gelir. Bundan sonra infusoria ile beslenebilirler ve 48 saat sonra artemia larvası verilmeye başlanabilir.

Bu süreçte, değerlerde önemli değişimler olmaksızın su kalitesini sürdürmek üzere düzenli küçük su değişimleri yapılmalıdır.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

22 Aralık 2014 Pazartesi

Keşiş Yengeçleri, Yeni Yuvalarına Çabucak Uyum Sağlıyor

Yeni bir çalışmaya göre keşiş yengeçleri, içerisinde yaşadıkları kabuğu vücutlarının bir parçası olarak görüyor.

Biology Letters dergisinde yayınlayan çalışmada Kohei Sonoda ve bilim adamı arkadaşları, karada yaşayan keşiş yengeçlerinin (Coenobita rugosus) kabuklarının şekline göre yürüme davranışını ayarlayabildikleri bulgusuna ulaştılar.

Okinawa’daki (Japonya) yengeçleri inceleyen bilim adamları, sola ve sağa dönüşlerin olduğu bir koridor boyunca ilerleyişlerini gözlemlemeden önce, yengeçlerin kabuklarına asimetrik şekillerde plastik levhalar yapıştırdılar.

Yengeçler ilk başta dengelerini sağlayamıyor gibi göründü ama yeni ve zorluk çıkaran şekillerine çabucak uyum gösterdiler. 20 saniyeden daha kısa bir sürede, yürüdükleri yolu ayarlayabildiler ve köşelerden dönerken yeni şekillerini uydurmak için dönüş açılarını artırdılar.

Bilim adamları, yengeçlerin kabuk içerisinde bacak duruşlarını ve vücut pozisyonlarını değiştirerek dengelerini ayarlayabilme yeteneğine sahip olduklarını düşünmektedirler.

Çalışma ekibinden Yukio Gunji: “Bu çalışma, kabuğun levha ile uzatılması durumunda, bunun keşiş yengeci tarafından vücudun bir parçası olarak algılanıp değerlendirildiğini göstermektedir.”


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk
İlgili makale: Keşiş Yengeçleri: Onları Seveceksiniz!

19 Aralık 2014 Cuma

Nano Resif Akvaryumlarında Kaçınılması Gereken Hayvanlar

Bir nano resif akvaryumu sahibi olarak, nano resif akvaryumlarının içerisindeki canlıların sağlıklı şekilde yaşayabilmesi açısından belli sınırlamalara sahip olduğunu bilmeniz gerekir. Davranış biçimleri, büyüklükleri, alışkanlıkları veya çabuk büyümeleri nedeniyle belli mercanlar, omurgasızlar ve balıklar, nano resif akvaryumlarında tutulmamalıdır. Aşağıda, akvaristlerin nano resif akvaryumlarında tercih etmemesi gereken yaygın canlılar yer almaktadır. Dikkat edilmelidir ki bu makalede adı geçenler haricinde de kaçınılması gereken canlılar bulunmaktadır. Bazı hayvanlar nano resif ortamında hayatta kalabilseler de akvaristler olarak beslediğimiz canlıların sağlıklı şekilde yaşayabilmeleri açısından onlara ideal şartları sunmamız bizlerin sorumluluğundadır.
 
Balıklar

Mandarin Dragonet (Synchiropus splendidus), beslenme alışkanlıkları açısından büyük bir akvaryuma ihtiyaç duyar. Hazır veya işlenmiş yemlere pek rağbet etmez, dolayısıyla hayatta kalması için akvaryumda kopepodlar ve amfipodlar bulunmalıdır. Nano resif akvaryumları, Mandarinler için yenilenebilir yiyecek kaynağı sağlamak açısından yeterli büyüklükte olmadığından, bu balıkların bakımı için elverişli değildir.

Nano resif akvaryumlarından çok daha büyük akvaryumlara ihtiyaç duyan diğer yaygın balıklar; tangler, cerrah balıkları, kelebek balıkları, aslan balığı, balon balıkları ve cüce ve büyük melek balıklarıdır. Bazı kimseler bu balıkları nano resif akvaryumlarında bakıyor olsalar bile bunun doğru olmadığı bilinmelidir. Ayrıca bazı kimseler de bu balıkları geçici olarak nano resif akvaryumlarında tutup, daha sonra büyük akvaryumlara aktarırlar ki bundan da kaçınılması gerekir.

Omurgasızlar

Bu tip küçük bir akvaryumda bir balığı veya karidesi köşeye bir yere sıkıştırıp yiyeceğinden, etçil deniz yıldızı tercihi hiç uygun olmaz. Deniz tavşanları ve deniz sümüklüböcekleri de kaçınılması gereken hayvanlardır çünkü özel gereksinimleri vardır ve belli türleri zehirli olabilir. Turbo cinsi salyangozlar büyük nano resif akvaryumlarında tutulabilir ama erişkin olanları bazen çok büyük boyutlara ulaşabilir ve mercanlara zarar verebilir. Eğer nano resif akvaryumunuzda Turbo salyangozunuz varsa, aslında pek fazla endişe etmenize gerek yoktur ama yeni bir akvaryum kuruyorsanız, tercihinizi Astraea cinsi salyangozlardan yana kullanmanız daha uygun olur.

Mercanlar

Goniopora cinsi mercanlar (Saksı Mercanı), akvaryum ortamında kolayca yaşatılamaz, özellikle de bir nano resif akvaryumunda. Gereksinimleri tamamen bilinmemekle birlikte, eksik bırakılan bir şeyler yüzünden birkaç ay içerisinde ölme ihtimalleri vardır.

Galaksi Mercanı (Galaxea fascicularis) veya Kurbağa Yumurtası Mercanı (Euphyllia divisa) gibi iğneli süpürücü tentakülleri olan mercanlar da küçük akvaryumlarda yer almamalıdır. Bunlar diğer mercanların yakınında olduğunda, süpürücü tentakülleri geceleri açığa çıkar ve etrafındaki mercanları sokar veya öldürür. Belli kuytu bir alanda tutuldukları müddetçe, büyük nano resif akvaryumlarında bakılmaları mümkün olabilir.


Yazan: Christopher Marks
Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: nano-reef.com

Unicorn Tang, Boynuzunu İşaret Olarak Kullanıyor

Yeni bir çalışmayla Unicorn Tang erkeğinin, rakip erkeklere ve muhtemel eşlere işaret göndermek için boynuzunun rengini değiştirdiği ortaya konuldu.

Bilim adamları, bu boynuzun hem kur yapma sırasında hem de aynı türün baskın olmayan üyelerine baskınlık göstermede bir rol oynadığını düşünmektedirler.

Tokyo Deniz Yaşamı Parkından Hiroshi Arai ve Nagano Üniversitesinden Tetsu Sato, Japonya’daki bir halk akvaryumunda, iki Unicorn Tang türü olan Naso unicornis ve Naso vlamingii üzerinde bir çalışma yürüttüler.

Her iki türün erkeklerinin, muhtemel eşler ve rakip erkekler arasında gösteriş yapma sırasında boynuzlarının rengini ve boynuzun vurgulanması için vücut renklerini değiştirdiklerini belirlediler.

Japonya İhtiyoloji Derneğinin yayımladığı Ichthyological Research (İhtiyolojik Araştırma) dergisinde yer alan çalışmada, boynuzun gece ve gündüz saatlerindeki sergilemelerde nasıl kullanıldığı açıklanıyor.

Arai ve Sato: “Boynuzun renk değişimleriyle birlikte sergilenmesi, akşam veya gece saatlerinde bir erkeğin bir dişiye kur yapması sırasında gerçekleşiyor. Aynı sergilemeler, gündüz saatlerinde de zaman zaman oldu.

“Araştırmada Naso vlamingii türündeki baskın erkekler, baskın olmayan daha küçük erkeklere boynuzlarını gösterdi. Boynuz büyüklüklerinin ve şekillerinin cinsel açıdan monomorfik (aynı görünüşe sahip) olmasıyla birlikte, her iki türün dişileri de nadiren boynuz sergilemesinde bulundu.”

Hem Naso vlamingii hem Naso unicornis’in akvaryumda yumurtladığı gözlemlendi.

Cinsel seçilim: Arai ve Sato, dişi Unicorn Tanglerin boynuz renklerini çabucak değiştirme özelliğine sahip olan erkekleri seçtiklerini düşünmektedirler çünkü karakterler, cinsel etkileşimlerde önemli roller oynuyor gibi görünmektedir.

Arai ve Sato: “Her iki türün erkekleri, boynuzlarının ve vücutlarının diğer kısımlarının renklerini hızla ve etkili şekilde değiştirerek, sergilemelerde boynuzlarını kullandı. Boynuz, renk düzenlemesi ile vurgulu hâle geldi.

“Boynuz rengindeki hızlı değişimle yapılan sergilemeler, erkeğin dişiye kur yapması esnasında gerçekleşti. Erkekler tarafından yapılan benzer sergilemeler, gündüz saatleri boyunca da ara sıra gözlemlendi. Her iki türün dişileri de nadiren boynuz sergiledi. Boynuz, ne bir saldırı veya savunma ne de bir beslenme savunması sırasında kullanıldı.”

Naso unicornis, alnında sivri uçlu bir boynuz geliştirirken, Naso vlamingii’ninki daha yuvarlak uçludur. Her iki tür de akvaryum ticaretinde satışa sunulur ama büyük boyları nedeniyle (30 cm’nin üzerinde) sadece çok büyük deniz akvaryumları için uygundurlar.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

16 Aralık 2014 Salı

Ağaçlar İletişim Kuruyor

“Anne Ağaçlar” Ormanları Korumak için Mantarlar Üzerinden İletişim Sistemleri Kullanıyor.

British Columbia Üniversitesinden orman ekologu Suzanne Simard ve bilim adamı arkadaşları, ağaçların ve bitkilerin esasen iletişim kurduklarına ve birbirleriyle etkileşim hâlinde olduklarına dair önemli bir keşfe imza attılar. Bir ekosistemde ağaçları ve bitkileri bağlayan bir yeraltı mantar ağı keşfettiler. Bu simbiyoz (ortak yaşam), bütün ağaç ve bitki sisteminin gelişmesine yardımcı olacak şekilde kaynakların amaca uygun şekilde paylaşımını sağlıyor.

Simard, orman zeminindeki parlak beyaz ve sarı mantar ipliklerinden oluşan ağları gözlemleyerek, keşfe liderlik etti. Mantarların birçoğu mikorizaldi; yani bu mantarlar, konakladıkları bitki ile -bu durumda ağaç kökleriyle- faydalı simbiyotik bir ilişki kurma özelliği taşımaktadır. Mikroskobik inceleme, mantarların esasen ağaçların ihtiyaçlarına göre onlara karbon, su ve besin taşıdıklarını açığa çıkardı.

“Büyük ağaçlar, genç olanlara mantar ağları üzerinden destek sağlıyordu. Bu yardım elleri olmaksızın, çoğu fidan gelişim gösteremeyecekti.”
Suzanne Simard

Ormanın mikorizal ağının merkezinde, “Anne Ağaçlar” durmaktadır. Bunlar ormanda yükselen büyük ve yaşlı ağaçlardır; Avatar (2009) filminde de bu anlayışı yansıtan bir tasarım yer almaktadır. Bu “Anne Ağaçlar”, mantar ipliklerinden oluşan ağ üzerinden ormandaki diğer ağaçlarla iletişim hâlindedir ve tüm bitki topluluğunun kaynaklarını yönetiyor olabilirler. Simard’ın bir araştırması açığa çıkarmıştır ki bir Anne Ağaç kesildiğinde, ormandaki genç bireylerin hayatta kalma oranları büyük ölçüde düşmektedir.

“Bildiğimizi düşündüğümüz şey, ağaçların kökleri arasında bir çeşit elektrokimyasal iletişim olduğu. Nöronlar (sinir hücreleri) arasındaki sinapslar gibi...”
Dr. Grace Augustine (Avatar filmindeki bir kurmaca karakter)

Simbiyotik bitki iletişimi düşüncesi, hem ormancılık hem tarım endüstrileri açısından geniş kapsamlı açılımlara sahiptir. Bu keşif, tekrar yetişmeyi desteklemek üzere Anne Ağaçların bırakılması şeklinde bir orman hasadı yapma yaklaşımı geliştirmemizi sağlayabilir. Tarımsal açıdan ise bozulmamış mikoriza sistemlerinin, bitkilerin patojenlere dirençli olma becerilerini artırdığı ve topraktan suyu ve besinleri soğurduğu dikkate alınabilir; böylelikle pullukla kazma gibi bu yeraltı ağlarına zarar veren yayın uygulamalar sorgulanır hâle gelmektedir.


Yazan: Jane Engelsiepen
Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: ecology.com

15 Aralık 2014 Pazartesi

Balıklar Uyur ve Uykusuzluk Çekerler

Uyku bilim adamları tarafından yapılan yeni bir araştırma göstermiştir ki yaygın inanışın aksine ve göz kapakları olmamasına rağmen, balıklar uyur ve bazı durumlarda uykusuzluk çekerler.

Stanford Üniversitesi Tıp Okulundan bilim adamları, akvaryumlardaki Zebra Daniolar (Danio rerio) üzerinde çalışma yaptılar ve özel gece görüşlü kameralar kullanarak gece davranışlarının videolarını kaydettiler.

Uzun çekim görüntülerinin izlenmesinin ardından araştırmacı Tohei Yokogawa, ister su yüzeyinin hemen altında isterse de akvaryumun tabanında olsun, balıkların gece boyunca kuyruk hareketlerini yavaşlattıklarını ve hareketsiz kaldıklarını onayladı.

Bütün gece boyunca: Dinlenmekte olan balıkların esasen uyuyup uyumadığını anlamak için, Yokogawa’nın, yorgunluk sıkıntısı çekerken kısa ve hafif uykuya dalma olarak bilinen “uyku tepkisi” sürecini deneyimleyip deneyimlemediklerini belirlemesi gerekiyordu.

Bunu test etmek için balıklar yorgun ve uykudan mahrum bırakılmalıydı.

Akvaryum camına hafifçe vurmak ve bir su altı hoparlörüyle akvaryum içerisinde yüksek sesli ortam yaratmak, balıkların uyumalarını önlemedi ama suya “hafif elektrik akımı” verilmesi, uyanık kalmalarını sağladı.

Balıkları uyanık tutmanın ipucunu bulduklarında araştırmacılar, uykuya dalmaya çalıştıkları her defasında balıkları uyaracak bilgisayar donanımlı bir sistem geliştirdiler.

Uykudan mahrum edilmiş Daniolar barışçıl ve karanlık bir akvaryuma döndüklerinde, uzun uykulara dalarak aşırı yorgunluklarının acısını çıkardılar.

Yokogawa: “İlk başta otomatik bir uykudan mahrum edici sistemimiz yoktu, bu yüzden onları kendim uyanık tutmaya çalıştım ve ben kendim de uykusuz kaldım.”

Uyku bilimi için model organizma: Bulgular, uykuyla ilgili süreçler hakkında yeni keşifler yapmak için bilim adamlarının Zebra Danioları kullanmalarına olanak sağladı.

Bu, uyku bilim adamları için iyi bir haber çünkü önceki çalışmalarda kullanılan sıçanlar ve köpeklerin aksine Zebra Danioların büyük miktarlarda üretilmeleri hızlı, kolay ve ucuz şekilde gerçekleşiyor.

Belli bir uyku düzensizliği gösteren tipler belirlendiğinde, düzensizliğin daha kolay şekilde incelenmesi için özelliği taşıyan özel balık grubu üretilebilir.

Çalışma ekibinin lideri Emmanuel Mignot: “Zebra Danio larvasının transparan olması, canlı bir balıkta bile doğrudan bakarak onun nöronal ağını görebileceğiniz anlamına gelmektedir.

“Düşüncemiz, uyku düzeninin nörobiyolojisini anlamamız için bu özelliği bir başlangıç noktası olarak kullanmayı denemektir.”

Uykusuzluk ve uyku hastalığı: Mignot’nun laboratuvarında, 1999 yılında Doberman ve Labrador ırkı köpeklerde narkolepsiye (uyku hastalığı) yol açan bir gen ve beyinde davranışları kontrol eden kısım olan hipotalamustaki nöronların (sinir hücresi) hipokretin adı verilen bir nöropeptit salgıladığı bulunmuştu.

Narkoleptik (uyku hastalığı çeken) köpeklerde, hipokretin için çalışan bir algılayıcı sinir eksikliği söz konusudur ki bu, uyuşukluk ve uyku düzensizliği sıkıntıları çekebilecekleri anlamına gelmektedir.

Çalışma ekibi, narkoleptik köpeklerde görülen benzer bir tür mutasyonu paylaşan Zebra Danioları belirlemeye çalıştı; bu sayede gelecekte narkolepsi süreçleri üzerine çalışma yapmaları çok daha kolay olabilecektir.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

10 Aralık 2014 Çarşamba

Gastromyzontid Loachlar için Uygun Sıcaklıklar

Gastromyzontid loachlar için su sıcaklığı ne olmalıdır? Heiko Bleher açıklıyor...

Gastromyzontid loachlar, yüksek bir dağ sırasının yer aldığı tropikal bir ada olan Borneo’ya özgüdür. Ada tropikal kuşakta yer aldığından, sıcaklık asla çok düşük olmaz; sadece tepelerin en yüksek kesimlerinde düşük sıcaklıklar görülür ki balıklar buralarda yaşamaz.

Tuttuğum kayıtlara göre Gastromyzon bario, en yüksek rakımda yaşayan türdür; onları Sarawak’ın kuzeyindeki Sungai Padapur’da, 1.150 m. yükseklikte topladım. Bu bölgede en düşük su sıcaklığı 15°C.

Kina-Balou Dağı’nın alçak kesimlerinde yaşayan Gastromyzon monticola da benzer sıcaklıklarda yaşıyor. Malezya’nın Sabah eyaletindeki Tawau Nehri’nde 270 m. yüksekliğe kadar görülen Gastromyzon ingeri gibi, bazı istisnai türler için en düşük sıcaklık aralığı 18 - 20°C’dir.

Diğer türlerse çoğunlukla alçak kesimlerdeki orman akarsularında yaşar ve bu sularda sıcaklık 20°C’nin altına nadiren düşer ve genellikle hiç düşmez.

Genel bir kural olarak sıcaklıklar 20°C’nin altına düşmemeli, 27°C’yi aşmamalı ve 24 - 25°C civarında olmalıdır.

Geçtiğimiz günlerde sınıflandırılan Neogastromyzon kottelati türü ise Danau Sentarum Gölü’nü besleyen bir akarsudan getirilmiştir ve 2 - 3°C daha sıcak suları tercih etmektedir. Bununla birlikte Neogastromyzon crassiobex ve Neogastromyzon chini türleri de yine 24 - 25°C’yi tercih etmektedir.

Benim uzun zaman önce Brunei’de Temburong Nehri havzasında bulduğum ve geçtiğimiz günlerde sınıflandırılan Gastromyzon cranbrooki, 25 - 27°C aralığı gibi daha sıcak suları tercih etmektedir. Ben hatta bir defasında yaşadığı su sıcaklığını 28,5°C olarak ölçmüştüm.

Bu loachlar için dikkate alınması gereken birkaç şey vardır. Dibinde kum, çakıl ve yuvarlak taşlar bulunan kayalık bir habitata gereksinim duyarlar. Bakılacakları akvaryumda hızlı bir akıntı da olmalıdır.

Su sertliği 2°GH’ın altında olmalıdır ve su, yüksek oksijen içermelidir. Doğada %20 eğimli akarsularda yaşadıklarından, sığ akvaryumlarda bakılmaları uygundur. Ayrıca eğer oda sıcaklığı 20°C’nin altına düşmüyorsa, bir ısıtıcıya gerek duymayabilirsiniz.


Yazan: Heiko Bleher
Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: Practical Fishkeeping (Pratik Balık Bakımı) dergisi, Kasım 2009
Fotoğraf: Emma Turner
İlgili makale: Loachlar Neden Malavi Cichlidleriyle Bir Arada Tutulmamalıdır?

Yale Öğrencileri, Ekvador Yağmur Ormanlarında Plastik Yiyici Bir Tür Mantar Keşfetti

Plastik, dünyadaki en büyük atık problemlerinden biridir çünkü parçalanması çok ama çok uzun zaman sürer. Ancak Yale Üniversitesi’nden (ABD) bir grup öğrenci tarafından geçtiğimiz günlerde yapılan bir keşif, bu sürecin hızlandırılmasında yardımcı olabilir. Ekvador’daki yağmur ormanlarında yapılan keşif gezisinde Yale Üniversitesi Moleküler Biyofizik ve Biyokimya Bölümü öğrencileri, poliüretanı afiyetle yiyen bir mantar keşfettiler. Bu, sadece poliüretan üzerinde hayatta kaldığı bilinen ilk mantar türüdür ve bunu anaerobik (oksijensiz) ortamda yapabilmektedir, dolayısıyla bu özelliği ile katı atık sahalarının tabanında kullanılabilecektir.

Yale Mezunları dergisine yaptığı açıklamada Jonathan Russell: “Birçok mikrop, atıkları aşındırma gibi hünerler sergileyebilmektedir.” Poliüretan, sert plastiklerden sentetik liflere kadar birçok şeyde kullanılan bir polimerdir. Poliüretan gibi plastiklerin bu derece uzun ömürlü olmalarının en büyük nedeni, mikro organizmaların genellikle bunları yiyecek maddesi olarak görmemesidir; çevre açısından, insan yapımı polimerlerin mikroskobik granüller hâline gelmesi asırlar sürebilmektedir. Pestalotiopsis microspora türündeki mantarın keşfi ise her şeyi değiştirebilir.

Yale öğrencileri, mantarın plastiği parçalamasını sağlayan enzimini aldılar ve potansiyelini gözlemlediler. Uygulamalı ve Çevresel Mikrobiyoloji dergisinde yayınlanan raporda şu ifadeler yer aldı: “Geniş bir faaliyet dağılımı gözlemlenmiştir ve tek karbon kaynağı olarak polyester poliüretan kullanımıyla gerçekleşen eşi görülmemiş anaerobik gelişim durumu, endofitlerin* çevresel iyileştirme için faydalı metabolik özellikler açısından yükselen bir biyoçeşitlilik kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır.”

Plastik tüketiminin azaltılması, çevredeki insan yapımı plastik miktarının sınırlandırılması için atılacak ilk adım olmalıdır ama eğer Ekvador’daki bu mantar türü, duruma yardımcı olmaya hazırsa, bu kesinlikle çok daha iyi olacaktır.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: inhabitat.com
Çevirmenin notu: Endofit: Başka bir bitkinin içinde veya üzerinde yaşayan parazitik organizma. Makalede adı geçen mantar türü de bir endofittir ve bu mantarın tamamen plastik üzerinde de, plastikle beslenerek hayatta kalabildiği anlaşılmıştır.

7 Aralık 2014 Pazar

Adım Atın, Dışarı Çıkın

Çevresel farkındalık arttıkça, dışarıda doğada vakit geçirmenin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Günlük yaşamın artan hızı, mevcut ev teknolojilerindeki gelişmeler ve şehirlerdeki nüfus artışı, doğal dünyayla bağlantı kopukluğuna neden olan modern yaşam faktörleri arasındadır.

Günümüz çocukları, anne babalarının kuşağına nazaran doğadan daha kopukturlar. Geçtiğimiz günlerde Hofstra Üniversitesi’nde (ABD) yapılan bir araştırmada, annelerin %70’inin çocukken her gün dışarıda oynadıkları ve bu annelerin sadece %31’nin çocuklarının bunu yaptığı rapor edilmiştir. Dışarıda oyun oynayarak geçirilen vaktin uzunluğu da bu yeni kuşakta azalma göstermiştir.

Kaiser Aile Kurumu’nun 2010 yılı raporuna göre 8 - 18 yaş arasındaki çocuklar; video oyunları, TV, internet ve cep telefonları gibi çeşitli teknolojileri kullanarak iç mekânlarda günde altı saatten fazla zaman geçirmektedirler. Bu rapor ayrıca bu vakit geçirmenin son beş yıl içerisinde günde yaklaşık iki saat kadar arttığını ortaya koymuştur. Bu endişe verici durum tersine çevrilmelidir.

Hayatlarımızı doğaya daha dönük olacak şekilde ayarlamak biraz çaba gerektirse de geniş dış mekânların fiziksel, duygusal ve zihinsel faydaları, doğayla bütünleşmek açısından çok güçlü ve etkili sebepler olarak öne çıkmaktadır.

Doğayla bağ kurmanın faydalarını detaylandıran çalışmalar hızla artmaktadır. Araştırmalar, dışarıda zaman geçirmenin veya hatta bir pencereden doğayı gözlemlemenin bile stresi azalttığını, verimliliği ve iş tatminini arttırdığını ve özgüveni geliştirdiğini ortaya koymaktadır.

Doğanın öneminin anlaşılması, daha geniş bir toplumsal anlayış ve amaç kurulmasına da neden olabilir. Çocukların ve gençlerin eğitim hayatları, doğayı deneyimleme ve öğrenme yoluyla zenginleşir. Ayrıca bu yolla uyuşmazlık çözüm becerileri de gelişecektir. Doğada geçirilen zaman, çevresel farkındalığı ve korumacılığı da arttıracaktır.

Çocukların ve gençlerin doğayla bağ kurmaları amacıyla tasarlanan birçok girişim mevcuttur. Yetişkinler de bu çalışmalara dâhil olarak dış mekânlarda daha fazla zaman geçirebilirler. Aşağıdaki organizasyonlar, aileleri dışarıya çıkarmak amacıyla kolaylaştırıcı çabaların yanı sıra açık hava gönüllülüğü için bir yapı sunan çalışmalardan sadece birkaçıdır.

Sierra Club (Sierra Kulübü) ile bağlantılı The Children and Nature Network (Çocuk ve Doğa Ağı), amacı çocuklarla doğa arasındaki bağı kuvvetlendirmek üzere dünya genelinde bir gençlik hareketine yetki vermek olan The Natural Leaders Network (Doğal Liderler Ağı) çalışmasını yarattı. Bu çalışma, kurucu “Doğal Liderler” eylem grupları ve ağlarına olanak sağlamak amacıyla bir “Doğal Liderler Ağı Takım Çantası” sunmaktadır. Takım çantası, bağlı bulunduğunuz toplulukta bir Doğal Ağ inşa edebilmeniz için faaliyet ve yapı fikirleri ortaya koymaktadır.

“Let’s Move Outside!” (Haydi Dışarı Taşınalım!), çocukları dış mekânlara çıkarmak, genel sağlık artırımını sağlamak ve çocukluk obezitesiyle mücadele etmek üzere ABD’de İçişleri ve Tarım Bakanlıkları arasında koordineli olarak yürütülen bir çalışmadır. Bu iki bakanlık birlikte yaklaşık 800 bin kilometrekarelik Millî Orman, 340 bin kilometrekarelik Millî Parklar ve 100 bin kilometrelik Millî Yol denetimi yapmaktadır. Bu millî kaynaklar, çok çeşitli açık hava faaliyetleri için önemli ve farklı mekânlar sunmaktadır.

ABD’de Tarım Bakanlığı’na bağlı bir birim olan Orman İdaresi, “Ormanda Daha Fazla Çocuk” adı verilen bir program oluşturdu. 2010 yılında bu birim, amaçları “yetersiz hizmet alan şehirli gençler” için uygulamalı etkinlik ve koruma eğitimi yürütmek olan 21 girişime 500.000 $ aktardı. Tarım Bakanı Tom Vilsack: “Ormanda Daha Fazla Çocuk programı, çocukların sağlıklı ormanlar, sağlıklı topluluklar ve kendi sağlıklı yaşam biçimleri arasındaki bağı kurmalarına yardımcı olmaktadır.”

The National Wildlife Federation (Ulusal Vahşi Yaşam Federasyonu), dışarıda vakit geçiren çocukların sayısının artırılmasını ve çocuklar için açık hava deneyimlerinin yaşamsal önemi ile ilgili olarak ebeveynlerin, öğretmenlerin, tıbbi görevlilerin ve resmî memurların eğitilmesini amaçlayan “Green Hour“ (Yeşil Saat) programını oluşturdu.

Let’s Go Outside” (Haydi Dışarı Çıkalım), ABD Balık ve Vahşi Yaşam Servisi’nin bir girişimidir. Bu girişimin örnek çalışmaları, doğa fotoğraflarının yüklenip paylaşıldığı bir Flickr Grubu ve fotoğraflar ve doğa deneyimleriyle ilgili bir blog kurulmasıdır.


Yazan: Jane Engelsiepen
Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: ecology.com
Fotoğraflar: Murat Ödemiş ve oğlu Uras Ödemiş
Çevirmenin notu: Makalede yer alan örnek girişimler ve programlar, tamamen ABD kaynaklıdır. Bu tür uygulamalar, başta İngiltere olmak üzere Avrupa'da da sıklıkla görülmektedir. Doğanın öneminin yeni yeni kavranmaya başlandığı günümüzde, biz de kendi ülkemizde, başta şahsımızın ve ailemizin sağlığı olmak üzere, genişleyen bakış açısıyla toplum sağlığı için doğaya dönük olmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yeryüzünün (yaşadığımız çevrenin) sağlığı ile kendi sağlığımız arasında kesin ve doğrudan bir ilişki var.
İlgili makale: Doğa Eksikliği Bozukluğu

Balıklarım Su Yüzeyinden Nefes Alıyorlarsa Ne Yapmalıyım?

Su yüzeyi daha yüksek seviyelerde çözünmüş oksijen içerir, dolayısıyla balık sudan yeterli oksijen alamadığında, yukarıya çıkıp nefes almaya çalışacaktır. Bu davranışa neden olan birkaç faktör olabilir.

Sıcaklık

Sıcaklığı arttıkça, su daha az oksijen barındırır. Sıcaklığı kontrol edin; bir tropikal tatlı su akvaryumu için ideal sıcaklık aralığı 24-28°C’dir. Sıcak havalarda akvaryum suyu doğal olarak aşırı ısınabilir, böyle durumlarda su sıcaklığını düşürmeli ve havalandırmayı arttırmalısınız. Balıklardaki ani solunum sorunları çoğunlukla kirlilik veya hastalıklarla ilintili olduğundan, durumun nedeni her zaman sıcaklık değildir.

Isıtma
Isıtıcınız arızalanmışsa, ‘açık’ konumda kalmış olabilir ve aşırı ısınmaya yol açar. Balıkların su yüzeyinden zorlukla nefes almaya çalışmaları, bir şeylerin yanlış gittiğine dair bir erken uyarıdır; akvaryum suyu çok sıcaksa ve ısıtıcı açık konumdaysa, soruna bu neden olmuş olabilir ve ısıtıcının değiştirilmesi gerekecektir. Böyle bir durumda sıcaklık çoğunlukla 30°C’nin üzerine çıkacaktır. Isıtıcılar genellikle güvenilirdir ama arızalandıklarında, sonuçlar sıklıkla yıkıcı olur.

Su kalitesi
Hem amonyak hem nitrit, balıkların solungaçlarına etki eder ve solunum sorunlarına yol açabilir, bu yüzden ilk sıkıntı işaretinde suyunuzu test edin. Akvaryumda amonyak olduğunda, balık fazladan mukoza üretir; bu fazla mukoza, solungaçların yüzey alanını azaltır ve solungaçların daha az etkili çalışmalarına neden olur.

Nitrit ise oksijen taşıyan hemoglobini bozuluma uğratarak kana etki eder, bu şekilde balık ihtiyaç duyduğu oksijeni almak için su yüzeyinde nefes alıp verir. Amonyak ve nitrit belirtileri endişe vericidir. Acilen klordan arındırılmış su ile yarı yarıya su değişimi yapmalı ve biyolojik filtrenin neden çalışmadığını belirlemeye çalışmalısınız.

Hastalık
Solungaçları etkileyen çeşitli hastalıklar, balıklarda solunum sorunlarına yol açabilir. Lekeler, kapalı yüzgeçler, mantar veya bakteriyel hastalıklar gibi ikincil enfeksiyonlar vs. gibi hastalık belirtileri arayın. Bunların çoğu solungaç dokusuna saldırır, ya bu dokulara zarar verir ya da balığın daha az oksijen alabileceği şekilde fazladan mukoza üretmesine neden olur. Solungaç hastalıklarına uygun şekilde teşhis koymak zordur, dolayısıyla eğer diğer her şeyi kontrol ettiyseniz ve bir solungaç hastalığından şüpheleniyorsanız, bir balık uzmanı veya veterinerine başvurmanız gerekecektir.

Çözünmüş gazlar
Akvaryumda çok fazla karbondioksit (CO2) veya çok az oksijen bulunması da balıkların su yüzeyinden nefes almasına neden olacaktır. Bir bitkili akvaryuma CO2 ilavesi yapıyorsanız, bunun aşırı olmadığından emin olmalısınız. CO2 aygıtınız arızalanmışsa ve akvaryuma fazla katkı yapmışsa, bu fazla gazın etkisini kaldırmak için havalandırmayı arttırın. Bitkili bir akvaryumunuz veya havuzunuz varsa ve balıklar sabah erken saatlerde su yüzeyinden nefes alıyorlarsa, bitkiler ya da algler muhtemelen gece boyunca oksijen seviyesinin azalmasına neden olmuştur ve CO2 seviyesi artmıştır. Bunun üstesinden gelmek için gece boyunca havalandırmayı açık tutabilirsiniz.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: Practical Fishkeeping (Pratik Balık Bakımı) dergisi, Ekim 2009 sayısı
Çevirmenin notu: Makaleden de açıkça anlaşılacağı üzere, bir fanus içerisinde havalandırma yapılmadığından ve biyolojik filtreleme işlemi gerçekleşmediğinden, fanusta balık bakılması kesinlikle önerilmeyen bir uygulamadır.
İlgili makaleler: 1) Sıcaklık Hakkında Sıkça Sorulan Sorular
2) Nitrit Hakkında Sıkça Sorulan Sorular
3) Amonyak Hakkında Sıkça Sorulan Sorular

6 Aralık 2014 Cumartesi

Tedavisel Çiftçilik

Tedavisel çiftçilik, çiftçilik uygulamalarının tedavi amaçlı kullanımıdır. Bu tür uygulamalarda, bir veya bir dizi hassas insan grubu için tıbbi, sosyal veya eğitimsel bakım servislerinin ve çiftçilikle ilişkili denetimli ve yapılandırılmış faaliyet programlarının bulunduğu bir çiftliğin tamamı veya bir kısmı kullanılır.

Tedavisel çiftçiliğin amacı, insanlara arazide çalışarak zaman geçirme fırsatı sunularak onların akli ve fiziksel sağlıklarını artırmaktır. Tedavi çiftlikleri; hayvan yetiştirme ve bakımı, sebze ve meyve üretimi ve ormancılık gibi çiftçilikle ilişkili faaliyetlerde denetimli ve yapılandırılmış programlar sunabilir.

Bir tedavi çiftliğinde, doğa eksikliği bozukluğunun etkileri azaltılmaya çalışılarak, ortak bir iyileşme doğrultusunda insan, hayvan ve doğa bütünlüğünün oluşturulması hedeflenir.

Tarihçe

Geçmişteki çeşitli durumlar ve gelişmeler, insanların tedavisel çiftçiliğin değerini ve/veya günümüzde tedavisel çiftçiliğin nasıl uygulanabileceğini keşfetmelerine neden olmuştur.

• Toplumsal dışlanma durumunda kimseye muhtaç olmama ihtiyacı
• Kırsal bölgelerde uygun ve profesyonel bakım hizmetlerinin olmaması
• Antropozofik topluluklar ve diğer idealist ve kendi kendine yetmeyi hedefleyen topluluklar

Son zamanlarda tarımsal çok işlevlilik, tedavisel çiftçiliğin gelişimini canlandırmıştır. Çiftçiler, yeni gelir kaynakları ve topluma ve doğrudan müşterilere açılan kapılar aramaktadır.

Benjamin Rush’ın (1746–1813) akıl hastalıklarının iyileşmesinde bahçıvanlık uygulamalarının pozitif etkilerine atıfta bulunan ilk tıbbi bilim adamlarından biri olduğu bilinmektedir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne imza atmış ve Pennsylvania Üniversitesi’nde tıbbi teori profesörü olan Rush, sonuncusu The Diseases of The Mind (Akıl Hastalıkları) (1812) olmak üzere Medical Inquiries and Observations (Tıbbi Araştırmalar ve Gözlemler) isimli beş kitaplık bir seri yazmıştır. Bu son kitapta, bahçıvanlık uygulaması iki yerde geçmektedir.

Tüm hastanelerde odun kesmeye, ateş yakmaya ve bahçeyi bellemeye yardım eden erkek akıl hastalarının ve çamaşır yıkama, ütü yapma ve yerleri temizleme görevlerini üstlenen kadın akıl hastalarının çoğunlukla iyileşme gösterdiği, bununla birlikte bu görevleri üstlenemeyecek seviyedeki hastalarınsa hayatlarını hastane duvarları arasında geçirmek durumunda kaldığı kayıt altına alınmıştır.

Çiftlik Tipleri

Tedavi çiftlikleri, çeşitli tarımsal üretim aşamalarını ve ilgili faaliyetleri destekleyebilir. Çiftlik tipleri, mandıra çiftliklerinden kümes hayvanları çiftliklerine, et üretimi için canlı hayvan besiciliğinden manej / at binme okullarına, meyve bahçeleri ve bağlardan bostanlara kadar çeşitlilik gösterebilir.

Tedavi çiftlikleri, hem tarımsal üretim yapmak hem de bakım servisi almak üzere gelen müşteri sayısına göre büyük ölçekli veya küçük ölçekli olabilir. Ancak genel olarak büyük ölçekte, yoğun ve endüstriyel tarım yapabilen çok az tedavi çiftliği vardır.

Önemli sayıda tedavi çiftliği, organik çiftçiliğe odaklanmaktadır. Bunun bir nedeni, organik çiftçilik süreçlerinde fazlaca bedensel iş ve bitkilerle veya çiftlik hayvanlarıyla doğrudan temas gereksiniminin olmasıdır. Başka bir nedense, yerli pazarlara ilginin olması, başka bir deyişle yakın yörelerden gelen ve yerel ve taze besin alma isteğinde olan müşterilerin varlığı olabilir.

Pazara yönelik tarımsal üretime katılmanın müşterinin iyileşme sürecine ve/veya kendisini iyi hissetmesine (toplum için yararlı olma hissine) katkı sağlamasıyla birlikte, çiftlik faaliyetlerinin iyileşme sürecine hizmet ettiği çok sayıda tedavi çiftliği bulunmaktadır. Çiftliğin odaklandığı alana bağlı olarak çiftlikte sunulan faaliyetler; müşteri tipine, çiftlik hedeflerine veya çiftlikteki uygun tarımsal süreçlerin tipine göre değişiklik gösterebilir.

Bazı tedavi çiftlikleriyse, önceden kötü muamele görmüş hayvanlara yeni yuva sağlamak üzere hayvan barınakları olarak hizmet görmektedir.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: Wikipedia > Care farming
Çevirmenin notu: Makalede esas önemsediğim konu, ister psikolojik açıdan rahatsız kimseler, isterse de şehrin doğadan kopuk hayatının içine hapsolmak durumunda kalmış kimseler olsun, bu tür çiftlik faaliyetlerinin hem gerçekten faydalı bir şeylerle uğraşma hem de doğayla iç içe olma açılarından güzel bir uygulama olmasıdır. Makalede göndermede bulunulan 'doğa eksikliği bozukluğu' konusunda, şehirde yaşayan insanlar olarak varlığını zaman zaman hissettiğimiz ama henüz tam olarak ortaya koyamadığımız bu durum karşısında doğaya dönmemizin, doğal şeylerle uğraşmamızın ve canlılarla ve toprakla bağ kurmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Umarım yakın gelecekte Türkiye'de de, uygulandığı ülkelerde doğru bir yöntem olarak görülen bu tür çiftliklerin sayısı artacaktır.

5 Aralık 2014 Cuma

Balık Gözleri, Parazitler için İdeal Bir Yuva

Kanadalı bilim adamlarının yürüttüğü ve Molecular Ecology (Moleküler Ekoloji) dergisinin geçtiğimiz sayılarından birinde yayınlanan bir araştırmaya göre bir balık, kendi üzerinde bir ekosistem barındırabilir ve balık gözleri, parazitler için ideal bir yuvadır.

Sean Locke, Daniel McLaughlin ve David Marcogliese, tatlı su balıklarındaki parazit çeşitliliğinin, yassı solucanların metaserker olarak bilinen orta seviye larva aşamasının incelendiği önceki çalışmalarda ortaya konulandan çok daha yüksek olduğunu keşfettiler.

Metaserker, balık dokusunda belli belirsiz beyaz lekeler hâlinde ortaya çıktığından ve biçimsel açıdan tür belirlemesi yapılamadığından, daha önceleri çok geniş bir balık çeşitliliğinde görülen birkaç tür parazit olarak değerlendirilmiştir.

Kanada’da St. Lawrence Nehri’nden yakalanan tatlı su balıklarındaki yassı solucan metaserkerini belirlemek üzere DNA barkodlama yöntemini kullanan bilim adamları, önceden bilinene göre yaklaşık dört kat fazla olacak şekilde, tatlı su balıklarında konaklayan 47 tür özel yassı solucan belirlediler.

Bilim adamları; kaslar, solungaçlar, beyin ve diğer iç organlar gibi birçok dokuda bulunan parazitlerin tek bir balık türüne veya bu türün birkaç yakın akrabasına daha özgü olduğunu keşfettiler. Ayrıca balıkların gözlerinin genel parazitler için ideal bir yuva olduğu ve en azından beş tür parazitin, göz merceğine yerleşerek birçok tatlı su balığında ve hatta kurbağalarda bile yaşadığı bulgularına ulaştılar.

Gözlerdeki bu parazit fazlalığının bir nedeni, enfeksiyon olayı sonucunda bağışıklık sisteminin verdiği tepkinin göz merceğinde çok sınırlı olmasıdır. Araştırma şefi Sean Locke’a göre güçlü bir bağışıklık tepkisi, balığı kör edecektir; dolayısıyla göz, bağışıklık açısından kısıtlı bir hâldedir.

Bilim adamlarına göre tatlı su balıklarındaki parazit çeşitliliğinin anlaşılması, patojen belirlemenin kontrol ve tedavi açılarından ilk adım olması nedeniyle vahşi yaşam yönetimi ve akuakültür konularında önemli bir durumdur.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

22 Kasım 2014 Cumartesi

Malavi Gölü'nde Koruma

Malavi Gölü Ulusal Parkı’nda yasadışı balıkçılık büyük bir sorun ancak bölgeden doğal çevrenin korunması açısından iyi haberler de geliyor.

Malavi Gölü Ulusal Parkı, 1980 yılında kuruldu ve McClear Burnu sahasını, Maleri Adaları’nı ve gölün güney kısmındaki diğer bir dizi adayı kapsıyor.

Parkta, kıyıdan 100 metre açığa kadar balıkçılık yapmak yasak; bu, ihracat amacıyla akvaryum balıklarının toplanması ile ilgili olarak kesinlikle zorunlu ve uyulan bir durum. Ancak özellikle Maleri Adaları gibi uzak ve ıssız bölgelerde yasa dışı yerel avcıları tamamen kontrol etmek görüşüne göre imkânsız.

2006 yılında, kendilerine Waterlands adını vermiş bir grup endişeli Malavili, Maleri Adaları ile ilgili olarak hükümetten Nankoma Adası’nda bir kamp, Maleri Adası’nda bir ev ve Nakantenga Adası’nda da bir kulübe inşa etmelerine izin veren bir ruhsat elde etti.

Bölgedeki flora ve faunayı korumaları ve mümkün olduğunca iyileştirmeleri gerekiyordu.

Yasa dışı balık avcılığını önlemek için, ağ atmayı önleyici aygıtlar tasarlandı; suyun birkaç metre altında görünmeden yüzen iğneli mekanizmalar, adaların civarında balık tutmanın yasak olduğu 100 metrelik alanda atılan ağların takılıp kalmasına neden oluyor. Bu durum, sadece yapılmaya çalışılan balık avcılığı önlenmiyor, aynı zamanda balık ağlarının pahalı olması nedeniyle caydırıcı bir unsur olarak öne çıkıyor.

Bu strateji, oldukça başarılı olmuş ve adalarda balık sayısında kayda değer bir artış görülmüş. Ayrıca, atılan ağlar yüzünden zarar gören sucul bitki örtüsünde bir iyileşme var ve adalardaki ağaçlar artık yakacak olarak kesilmiyor. Projenin parkın ana bölümü için de uygulanması gündemde zira park merkezi burada olsa bile yasa dışı avcılık yüzünden balık sayısında bir azalma söz konusu.

Maleri Adası ruhsatı, geçtiğimiz günlerde korumacılık konusunda hevesli ve daha iyi planlara sahip yeni sahiplerine satıldı; bu kişiler, eski aygıtların parçalanması ve korumalı alanın dışında hâlâ faaliyet gösteren yerel avcıların aygıtların parçalanmasının haberini alarak tekrar yasa dışı avcılığa başlaması üzerine, daha dayanıklı olan ağ atmayı önleyici aygıtlar yerleştirme düşüncesindelerdi.

Senga Körfezi’ndeki Wamwai Dalgıçlık Okulu, ağ atmayı önleyici aygıtları konumlandırma görevini üstlendi; bu işlem, sabitleme amacıyla adalardan getirilen içi kaya dolu kapların kullanımı yerine su altındaki kayalarda delikler açan bir havalı delici kullanılarak gerçekleştirildi.

Çalışmalar, usta belgesine sahip dalgıçlar tarafından yürütüldü ve delici, bir SKUBA hava tankı ile çalıştırıldı. Bu sırada, yasa dışı avcılık yeniden başlamış olduğundan, park yetkilileri adalarda devriye gezmesi için bir koruma ekibi teknesi temin ettiler.

Çalışmaların çoğu, Stuart M. Grant Cichlid Koruma Fonu üzerinden akvaristler tarafından yapılan bağışlarla finanse edildi.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

21 Kasım 2014 Cuma

Mutlu Bir Yuva, Cichlid Agresifliğini Azaltıyor

Brezilyalı bilim adamları Vivian Kadry ve Rodrigo Barreto tarafından yapılan ve Neotropical Ichthyology (Neotropikal Balık Bilimi) dergisinde yayınlanan bir çalışmaya göre daha mutlu bir yuva, cichlidleri daha dost canlısı yapıyor.

Bilim adamları, araştırmada tür olarak İnci Cichlidi (Geophagus brasiliensis) kullandılar ve zenginleştirilmiş çevrelerin, var olan canlının kaynak açısından zengin bir çevreyi fakir bir çevreye göre daha şiddetli savunmasına neden olur şekilde söz konusu alanın değerini arttırdığı hipotezini test ettiler.

Cichlidler, iki farklı akvaryum kurulumuna yerleştirildi. İlk kurulumda iki kaya ve bir plastik bitki dekoru ile zenginleştirilmiş bir çevre bulunuyordu ve ikinci kurulum ise cama cam akvaryumdu.

Bilim adamları, benzer büyüklükteki balıklar eklenmeden önce, ortamı benimseyip sahiplenmeleri için akvaryumlara birer balık yerleştirdiler; burada amaç, balıklar arasında bazı agresif davranışların tespit edilip değerlendirilmesiydi: Isırma, yanlamasına itme, kovalama veya ağız ağıza mücadele.

Sonuçlar, cama cam akvaryumlardaki tüm balıkların belli agresif hareketlerde bulunduğunu ama zenginleştirilmiş akvaryumdakilerin sadece yarısının bunu yaptığını ortaya koymuştur.

Bölge kalitesinde artış olmasının daha az kavgaya veya daha barışçıl bir ortama yol açması durumu, bölgesi içerisinde azalan görüşü ile birlikte balıkta enerji kullanımının artacak olması varsayımı ile ilişkilendirilmektedir.

Bu enerji kullanımındaki artış nedeniyle balık, en ideal strateji olarak, daha az agresif olmayı ve barışçıl bir ortamı tercih etmektedir.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk
Çevirmenin notu: Makaleden açıkça anlaşılıyor ki enerjilerini daha tasarruflu kullanmak üzere balıklar, dekorasyon açısından daha zengin akvaryumlarda agresif tutum sergiledikleri mücadelelere daha az girmektedir.

23 Ekim 2014 Perşembe

Balıklar, Beyaz Benek Hastalığına Karşı Aşılanabilir mi?

Beyaz benek hastalığı, en yaygın görülen akvaryum sorunlarından biridir, dolayısıyla balığın bu hastalığa yakalanmasını önlemek için bir aşı üretmek mümkün olabilir mi?

Evet, yeni bir çalışmaya göre balığın beyaz benek hastalığına yakalanma olasılığını azaltmak üzere aşılanabildiğini destekleyen kanıtlar ortaya konulmuştur.

Hastalığa neden olan, protozoan adı verilen küçük bir parazittir (Ichthyophthirius multifiliis) ve derisine ve solungaçlarına yerleşerek balığa zarar verir. Balık da bağışıklık sistemini kullanarak parazite saldırma yoluyla tepki verir ve parazitin etrafında küçük bir kapsül oluşturur; bu kapsül, hastalığa yakalanan balıkta beyaz benek olarak gözükür.

Normalde hastalık, suya kimyasal ilave edilerek tedavi edilir ama bazı canlılar bu kimyasallara karşı hassastır, (akvaryum çok büyükse) bu pahalı bir uygulama olabilir ve balıklara zarar verebilir veya onları strese sokabilir.

Beyaz benek hastalığının tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir kimyasal olan malahit yeşili, insanlarda kansere neden olduğundan kültür balıkçılığında yasaklanmıştır ama akvaryumlardaki kullanımı hâlâ yasaldır. Yine de alternatif kullanımlara yönelmek daha iyidir.

Enfeksiyon sonrası balık, beyaz benek hastalığına karşı bağışıklık geliştirir, bu yüzden bilim adamları aşı geliştirilip geliştirilemeyeceğini görmek için balığın bağışıklık sistemine dair bu bilgiye dayanarak deneyler yürütmüşlerdir.

Tipik olarak enjeksiyon sonrası işe yarayan diğer aşıların aksine beyaz benek “aşısı”, parazitler yaşam döngülerinde “teront” olarak bilinen özel bir aşamadayken, içi parazit dolu suda balığa banyo yaptırılmasıyla uygulanır.

Teront tedavisi uygulanan balık, kanında beyaz benek hastalığına karşı çok daha yüksek seviyelerde antikor barındırır ve bu antikorlar, gelecekteki enfeksiyonların atlatılmasında yardımcı olacaktır. Çalışma hâlâ tedavi aşamasındadır, dolayısıyla beyaz benek hastalığına karşı aşılanmış balıkların satışa sunulduğunu görmek için belli bir süre beklemek zorundayız.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: Practical Fishkeeping (Pratik Balık Bakımı) dergisi, Kasım 2009 sayısı

Ağaçlarda Saklanarak Hayatta Kalan Balık

Biyologlar, Atlas Okyanusu'nun batısındaki haliçlerde yaşayan bir killifishin, yaşadığı sular kısmen kuruduğunda içi boş ağaç gövdeleri içerisinde birkaç ay geçirebildiğini buldular.

Mangrov Killifishi (Kryptolebias marmoratus) acı sulu mangrov alanlarında yaşar ve sular çekildiğinde, küçük su havuzlarında sıkışıp kalabilir.

Araştırmanın sonuçlarına göre bu tür, suda çürüyen ağaç gövdeleri içerisine girerek neredeyse kurumuş olan havuzlarda hayatta kalıyor.

Bilim adamları, yüzlerce Mangrov Killifishini, böcekler tarafından çürütülmekte olan ağaç gövdelerinin içerisinde buldular.

Bu tür, bu şartlarda yaşamak için uyum sağlamıştır ve boşaltım yapma işini hava ortamında da su altındaki kadar etkili şekilde yapabilen özel solungaçlara sahiptir.

Öz hermafroditlik: Kryptolebias marmoratus türündeki hermafroditizmi (erdişiliği) açığa çıkaran araştırma, daha önce Molecular Ecology (Moleküler Ekoloji) dergisinde yayınlanmıştı.

Türün hermafrodit olduğu belirlenmiştir ve kendi kendini dölleyebilen tek omurgalı hayvan olduğuna inanılmaktadır.

Biyolog John Avise: "Çürümekte olan ağaç gövdelerin içerisinde yaşama durumu, bu killifishin Brezilya'nın güneyinden Florida'nın orta kesimine kadar geniş bir aralıkta nasıl görülebildiğini açıklamada yardımcı olabilir. Öz döllenme de bireylerin yeni yerlerde koloniler kurabilmesini kolaylaştırmaktadır ve ağaç gövdeleri, bu dağılım için iyi birer taşıyıcı olmaktadır."


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

Siyah Piranha, En Güçlü Isırığa Sahip

Piranhanın korkutucu ünü, biraz abartılmış bir durum olabilir ama kesin olan bir şey var ki o da ısırığının gücü.

Bilim adamları, artık soyu tükenmiş bir tür olan Megapiranha paranensis’ten sonra Siyah Piranhanın (Serrasalmus rhombeus), büyüklüğüne göre, yaşamakta veya tükenmiş olan kemikli balıklar arasında en güçlü ısırığa sahip balık olduğunu buldular.

Araştırma sırasında bilim adamları, iğnesiz kancalar kullanarak Amazon Nehri’nden yakalanan on beş adet Siyah Piranhanın ısırma gücünü test ettiler. Testler, balıkların dişleri arasına ölçme aleti yerleştirilerek yapıldı ve ekip, testleri “eşine az rastlanır, tehlikeli ve zor” olarak sınıflandırdı.

Siyah Piranhanın ısırığının, kemikli veya kıkırdaklı balıklar arasında o güne kadar ölçülmüş en güçlü ısırık olduğunu buldular; bu ısırık, kendi ağırlığının otuz katı ve kendisiyle eşit büyüklükteki bir Amerikan aligatorunun (Alligator mississippiensis) ısırık gücünün neredeyse üç katı seviyesinde.

Bu güçlü ısırığın kaynağı, oldukça gelişmiş çene kapama eklemi ile birlikte, çene kaslarının olağanüstü büyüklüğü ki bu kaslar, toplam vücut kütlesinin yaklaşık %2’sine karşılık gelmektedir.

Ekibe göre: “Agresif ısırma davranışıyla bütünleşen benzersiz fonksiyonel çene yapısı düşünüldüğünde, Siyah Piranhanın hızlı ve etkili şekilde avından büyük lokmalar koparabildiğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır.”

Ekip ayrıca, Serrasalmus rhombeus’a dair verileri kullanarak, soyu tükenmiş olan ve ağırlık olarak 50 kat fazla büyüklükteki Megapiranha paranensis’in ısırış gücünü de tahmin edebildi.

Araştırmacılara göre: “73 kg’lik bir Megapiranha’nın ısırma saldırısı, 3.000 kg’lik Büyük Beyaz Köpek Balığınınkiyle benzer bir vahşilikte olacaktı. Görece küçük yapısına göre Megapiranha paranensis’in ısırığı, balina yiyen devasa Carcharodon megalodon ve Devoniyen döneme ait canavar Dunkleosteus terrelli dâhil olmak üzere, soyları tükenmiş diğer mega avcıları da gölgede bırakırdı.”


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk
İlgili makale: Piranha Saldırıları Hakkındaki Gerçekler

19 Ekim 2014 Pazar

Deniz Kedi Balığı, Yüzen Bir pH metre

Japon Deniz Kedi Balığı (Plotosus japonicus), suyun pH’ındaki küçük değişimleri tespit ederek avının yerini belirleyebiliyor.

Hayvanlar, avlarının yerlerini belirlemek için birtakım eşsiz yöntemler kullanır ama Japon Deniz Kedi Balığı için, yaşadığı koyu karanlık sularda bunu yapmak özellikle zordur.

ABD’nin Louisiana Eyalet Üniversitesi’nden ve Japonya’nın Kagoshima Üniversitesi’nden bilim adamları, bu kedi balığının sensörlerle donatılmış olduğunu ve başlıca avı olan küçük deniz kurtçuklarının solunumları sırasında gerçekleşen su pH seviyesindeki değişimleri belirleme yoluyla onların yerlerini tespit edebildiğini belirlediler.

Deniz kurtçukları, çamurun içindeki borularda (tüplerde) veya oyuklarda yaşar. Kurtçuklar solunum yaparken, deniz suyunun pH’ının hafifçe düşmesine neden olur şekilde az miktarlarda karbondioksit ve asit salar; gececil deniz kedi balığı da bu değişimi tespit eder.

Louisiana Eyalet Üniversitesi’nden John Caprio: “Bu balık, yüzen bir pH metre gibi. Bu işi, laboratuvarlarda kullanılan ticari pH metreler kadar iyi yapıyor.”

Bu, canlı avını bulmak için bir balığın pH seviyelerini kullanmasına dair ilk rapor olarak kayıtlara geçmiştir.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

Karayip Mercan Resifleri, Yok Olma Tehlikesi ile Karşı Karşıya

Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) tarafından yayınlanan bir rapora göre, Karayipler’deki mercan resifleri hızla bozuluma uğramaktadır.

1970’lerde bilim adamları, Karayip resiflerini yarı yarıya kaplayan canlı mercan örtüsünü keşfettiler; şimdiyse bu oran olumsuz iklim değişikliği, aşırı avlanma ve kirlilik nedenleriyle ciddi bir azalmaya uğramış şekilde %8 civarındadır.

Ve bu endişe verici azalma hızında herhangi bir yavaşlama belirtisi de yoktur.

IUCN Küresel Deniz ve Kutup Programı yöneticisi Carl Gustaf Lundin: “Mercan azalışının başlıca nedenleri gayet iyi şekilde bilinmektedir ve bunlara aşırı avlanma, kirlilik, hastalıklar ve fosil yakıtların yakılmasının sonucunda artan sıcaklıkların neden olduğu beyazlamalar dâhildir.”

“İleriye dönük olarak, eğer mercan resiflerini ve bizim için hayati öneme sahip balıkçılığı önümüzdeki on yıllar boyunca yaşatacaksak, tüm bu olumsuz insan etkilerini acilen ve sert bir şekilde azaltmamız gerekmektedir.”

Araştırmaya göre Cayman Adaları gibi daha ücra yerlerde hâlâ %30’a kadar olan bir mercan örtüsü bulunmaktadır. Bu alanlar, insan etkisine ve kasırgalar gibi doğal afetlere daha az maruz kalmaktadır.

IUCN, yakalama kotaları yoluyla avcılığa limit koyma, deniz koruma alanlarını genişletme, karadan denize doğru yapı maddelerinin gelişini durdurma ve fosil yakıtlara küresel bağlılığı azaltma dâhil olmak üzere, mercanların sağlığını iyileştirmek adına zorunlu yerel eylem çağrısında bulunmaktadır. IUCN kaynaklı Küresel Mercan Resifi Görüntüleme Ağı üzerinden de ayrıca dünya çapında endişe verici mercan resifi azalışıyla ilgili mevcut verileri sağlamlaştırma hamleleri bulunmaktadır.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk

18 Ekim 2014 Cumartesi

Rüzgâr Sapları, Rüzgârdan Kinetik Enerji Elde Ediyor

Bazı kimseler rüzgâr türbinlerini açık alanlardaki cafcaflı nesneler olarak görmektedir. Enerji üretmek için bir dizi 1203 kinetik enerji üretici “sapı” kullanan bu Rüzgâr Sapları konsepti ise daha farklı bir yapıda. Abu Dabi’nin Masdar kenti için tasarlanan proje, rüzgârda dalgalanan buğday tarlalarından ilham alıyor.

55 metre yüksekliğindeki bu karbon fiberle güçlendirilmiş reçineden direkler, elektrik akımı oluşturan piezoelektrik diskler ve elektrotlar içermektedir. Akım, bir pil işlevi gören iki haznede depolanır. Direk uçlarına yerleştirilmiş LED ışıklar, ne kadar rüzgâr estiğine bağlı olarak parlak veya loş ışık verir. Hiç rüzgâr olmadığında ise LED’ler sönük kalır.

Yaratıcısının “Zaten var olan ve çalışan bir dizi sisteme dayalı olarak işliyor.” ifadesine rağmen, Rüzgâr Sapları kendisine özgü bir konsept oluşturmuş durumda. Bir Rüzgâr Sapları sahasından ne kadar enerji üretildiğine dair bir bilgi yok ancak bizim tahminimize göre kayda değer miktarlarda enerji üretimi için çok daha fazla alana gereksinim duyulmaktadır.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: inhabitat.com

Sonbaharda Yaprak Renklerinin Kimyası

KLOROFİL

Klorofil, bitki yapraklarına yeşil rengi veren kimyasaldır. Bitkiler, klorofil üretimi için belli sıcaklık seviyelerine ve güneş ışığına gereksinim duyar. Sonbaharda, üretilen klorofil miktarı azalmaya başlar ve var olan klorofil, yapraklardaki yeşil renk soluklaşacak şekilde parçalanır.


KAROTENOİDLER ve FLAVONOİDLER

Karotenoidler ve flavonoid pigmentleri, yapraklarda her zaman bulunur ama sonbaharda klorofil parçalandıkça, bunların renkleri baskın hâle gelir. Karotenoidlerin bir alt sınıfı olan ksantofiller, sonbaharda yapraklardaki sarı rengin nedenidir. Temel ksantofillerden biri olan lutein, ayrıca yumurtanın sarısına da renk veren bileşiktir.


KAROTENOİDLER

Karotenoidler ayrıca turuncu renklerin de nedenidir. Beta-karoten, bitkilerde en yaygın olarak bulunan karotenoidlerden biridir ve kırmızı ve sarı ışıkları yansıtıp turuncu bir görünüm verecek şekilde yeşil ve mavi ışıkları şiddetle soğurur. Beta-karoten, havuçtaki turuncu renklenmeye de neden olan etkendir.

Yapraklardaki karotenoidler, klorofille aynı zamanda aşınmaya uğramaya başlar ama aşınma hızları daha düşük olur. Bunların arasında beta-karoten en kararlısıdır ve dökülmüş bazı yapraklarda hâlâ belli miktarlarda bulunur.


ANTOSİYANİNLER ve KAROTENOİDLER

Karotenoidlerin aksine antosiyaninler, sonbaharla birlikte sentezlenmeye başlar. Yapraklardaki şeker konsantrasyonu artarken, güneş ışığı antosiyanin üretimini başlatır. Hizmet ettikleri amaç belli değildir ama yaprakların düşmesinden önceki zamanı uzatacak şekilde yaprakları aşırı ışıktan korumaya yardımcı oldukları ileri sürülmüştür.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: compoundchem.com
Çevirmenin notu: Antosiyanin üretimi her ağaçta olmaz. Dolayısıyla sonbaharda renk değişimi sürecinde yapraklardaki kırmızı renklenme bazı ağaçlarda görülmez.

17 Ekim 2014 Cuma

Balıklar, Gerçek Rakiplerine Karşı Daha Agresif Tutum Sergiliyor

Bölgeci türlerdeki agresiflik üzerine yapılan geçmiş çalışmaların sonuçları, balığın yansımalara tepki vermesinin, bir rakibine tepki vermesiyle benzer olmadığını gösteren yeni bir çalışma ile zayıflatılmış olabilir.

Aynalar; kuşlar ve balıklar gibi kendilerinin daha az farkında olan hayvanlarda tepkilere neden olmak amacıyla sıklıkla kullanılmıştır ancak Animal Behaviour (Hayvan Davranışları) dergisinde yayınlanan bir çalışma göstermektedir ki Amerikan Zebra cichlidler (Amatitlania nigrofasciata) gerçek bir rakiple karşılaştıklarında, aynadaki yansımalarına verdiklerinden daha farklı bir tepki vermektedir.

Belfast’taki Queen’s Üniversitesi’nden Robert Elwood, çalışmayı yürüten bilim adamlarından biri olarak davranışı bir boksörünkine benzetmektedir: “Eğer bir balık, aynadaki yansımasıyla gerçek bir kavgaya tutuşmayı düşünse, çok çabuk hareket edecek ve ‘tetikte olacaktır’. Ancak eğer aynanın önünde sadece yapmacık bir tavır takınıyorsa, ‘boksör’ uzun süre hiçbir şey yapmadan durabilir ve poz verebilir.”

Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi’nden Russel Fernald da şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bilim adamları genellikle balıkların bilişsel becerilerini hafife almaktadırlar. Biz cichlidlerin mantıklı neden üretebildiğini ortaya koyduk. Balıklar, tek başlarına gözlem yoluyla sosyal statüye dair sonuçlar çıkarabilmektedir. Dolayısıyla neden bir ayna tarafından aptal durumuna düşürülsünler ki?


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: practicalfishkeeping.co.uk
Çevirmenin notu: Makaleden çıkarılacak temel sonuç, balığın ayna karşısında sergilediği tutumu kendisinin aynen gördüğü ve buna uygun şekilde bir tavır takındığıdır. Bununla birlikte gerçek bir rakiple karşılaştığında, durumun ciddiyetini fark edip buna uygun şekilde agresif tutumunu gerçekten sergilemektedir.

Hayvanlarda Duygu

Hayvanlarda duygu konusu, hayvanların duygu hissetme olasılığı ile ilgilidir. Bunlar, öncelikli olarak psikofizyolojik dışavurumlar, biyolojik reaksiyonlar ve psikolojik durumlar şeklinde sınıflandırılan öznel ve bilinçli deneyimler olarak tanımlanabilir.

Hayvanların duygu hissetmeleri olasılığı, davranışsal yaklaşımı benimseyen kişiler tarafından reddedilir ve bu kişiler şu soruyu sorar: Eğer sadece uyaran-tepki durumu, aynı etkilere yol açması açısından yeterli bir açıklama ise, neden insanlar hayvanlarda bazı davranışları açıklamak için bilinci ve onun insana dair tüm çıkarımlarını öne sürmelidirler? Hayvanların duygu hissetme yetenekleri ayrıca, insanlar dâhil olmak üzere duyguların evrensel olmadığı, hayvan davranışlarının insanlara özgü biçimde yorumlandığı ve bu tanımlamaların geçerlilikten yoksun olduğu temelinde de eleştirilmektedir.

Hayvanların duygu deneyimlerine sahip olmaları olasılığı üzerine yazan ilk bilim adamlarından biri Charles Darwin'dir. Bu anekdotsal yaklaşım; daha sağlam, hipotez odaklı ve bilimsel bir yaklaşım hâline gelmiştir. Bilişsel ön yargı testleri gibi birtakım testler ve öğrenilmiş çaresizlik modelleri geliştirilmiştir. İnsanlar ve insan olmayan hayvanlar arasındaki bağlarla ilişkili genel hipotezler ayrıca insan olmayan hayvanların duygu hissedebildikleri ve bu insani duyguların benzer süreçlerden geçerek evrildiği iddiasını desteklemektedir.

Bilişsel ön yargılar, diğer bir deyişle iyimserliğe veya kötümserliğe dair hisler; sıçanlar, köpekler, kediler, makaklar, koyunlar, tavuklar, sığırcık kuşları, domuzlar ve bal arıları dâhil olmak üzere geniş aralıktaki türler üzerinde açığa çıkarılmıştır.

Etimoloji, tanımlamalar ve ayrım

1579 yılında Fransızcadaki "émouvoir" kelimesinden İngilizceye uyarlanan "duygu (emotion)" kelimesi, "coşturmak / kışkırtmak" anlamına gelir. Bununla birlikte kelimenin en erken işaretleri, dilin kökenine dayanmaktadır.

Duygular, organizma için belirgin bir anlamı olan iç veya dış olaylara karşı verilen soyut ve tutarlı tepkiler olarak tanımlanmıştır. Duygular kısa sürelidir ve psikolojik, davranışsal ve sinirsel mekanizmaları kapsayabilecek şekilde koordineli tepki dizisinden ibarettirler. Duygular ayrıca evrimin bir sonucu olarak da tanımlanmıştır çünkü atalarımızın yüzleştiği eski ve yinelenen sorunlara karşı makul çözümler sağlamışlardır.

Basit ve karmaşık insan duyguları

İnsanlarda, duygular arasında "basit" ve "karmaşık" olmak üzere zaman zaman ayrım yapılır. Altı duygu, basit olarak sınıflandırılmıştır: Öfke, nefret, korku, mutluluk, üzüntü ve şaşkınlık. Karmaşık duygulara ise küçümseme, kıskançlık ve sempati dâhil edilebilir. Ancak bu ayrımı yapmak zordur ve insan olmayan hayvanlar için sıklıkla karmaşık duyguları bile sergiledikleri söylenmektedir.

Occam'ın usturası

Hayvanlarda hem basit hem karmaşık duygular üzerine yapılan çalışmaları yorumlarken, uygulanabilecek / uygulanması gereken prensip, Occam'ın usturasıdır; buna göre hipotezler arasında seçim yaparken, en az tahminlemenin yapıldığı hipotez seçilmelidir.

Arka Plan

Davranışsal yaklaşım

Karşılaştırmalı psikoloji ve etoloji gibi hayvan bilimlerinin gelişiminden önce hayvan davranışlarının yorumlanması, davranışçılık olarak bilinen minimalistik bir yaklaşımın tercih edilmesi eğilimindeydi. Bu yaklaşım, bir hayvana bir davranışı sağlam bir temele dayanmayan insana benzetme olarak görülmesinden başka şekilde açıklayacak en düşük çabanın ötesinde bir yetenek yüklemeyi reddetmektedir. Davranışçı argüman, eğer sadece uyaran-tepki durumu, aynı etkilere yol açması açısından yeterli bir açıklama ise, neden insanlar hayvanlarda bazı davranışları açıklamak için bilinci ve onun insana dair tüm çıkarımlarını öne sürmelidirler, düşüncesidir.

Dixon'ın tedbirli ifadeleri, bu bakış açısını şu şekilde örneklendirmektedir:

"Etik ve hayvanlar alanındaki son çalışmalar, insan olmayan hayvanlara duygu yüklemenin felsefi açıdan meşru olduğunu ileri sürmektedir. Dahası, zaman zaman duygusallığın insanlar ve insan olmayanlar tarafından paylaşılan maneviyatla ilgili bir psikolojik durum olduğu tartışılmaktadır. İnsan olmayan hayvanlardaki duygulara referans olan felsefi edebiyatta eksik olan şey, duygunun doğasına dair bazı özel durumları ve duyguların insan doğasının nitelendirilmesinde oynadığı rolü açıklama ve savunma çabasıdır. Ben burada bazı duygu analizlerinin diğerlerinden daha inandırıcı olduğunu savunuyorum. Bu nedenle, insanların ve insan olmayanların duyguları paylaşması tezi, şimdiye kadar geçerliliği kabul edilmiş olanın yerine ele alınması daha zor bir durum olabilir.”

Moussaieff Masson ve McCarthy de benzer bir görüşü ifade ediyorlar:

"Duygu çalışması saygın bir alan iken, bu çalışmaları yapanlar çoğunlukla çalışmalarını insan duyguları ile sınırlı tutan akademik psikologlardır. Standart referans çalışma Hayvan Davranışları için Oxford El Kitabı (The Oxford Companion to Animal Behavior), hayvan davranışçılarına şu yaklaşımda bulunmaktadır: Davranış üzerinde çalışma yapmayı tavsiye etmek, herhangi bir duyguyu vurgulamaya çalışmaktan daha iyi bir durumdur. Duygunun yorumlanması ve çok anlamlılığı ile ilgili olarak önemli bir belirsizlik ve zorluk söz konusudur: Bir hayvan, bazı hareketler yapabilir veya sesler çıkarabilir ve vücudu hasar gördüğünde özel bir yolla belli beyinsel ve kimyasal işaretler ortaya koyabilir. Ancak bu, hayvanların bizler gibi acı çektiğinin işareti midir, yoksa yalnızca belli uyarıcılarla belli bir şekilde hareket etmeye programlandıkları anlamına mı gelmektedir? Prensipte benzer sorular, bir hayvanla (insan dâhil) ilgili herhangi bir faaliyete yönelik olarak sorulabilir. Birçok bilim adamı, (hayvanlarda ve insanlardaki) tüm duygu ve bilişselliği tamamen mekanik bir temel üzerinden ele almaktadır.”

Bilinç ve akıl ile ilgili felsefi sorular nedeniyle birçok bilim adamı, hayvan ve insan duygularını incelemekten uzak durmuştur ve bunun yerine sinirbilimi üzerinden ölçülebilir beyin fonksiyonları üzerinde çalışmalar yapmıştır.

Darwin’in yaklaşımı

Charles Darwin, ilk başta The Descent of Man isimli kitabında duygu üzerine bir bölüm eklemeyi planlamıştı ama fikirleri geliştikçe, onları The Expression of the Emotions in Man and Animals kitabında geniş bir şeklinde ortaya koydu. Darwin, duyguların uyarlanabilir olduğunu ve iletişimsel ve güdüsel bir fonksiyona hizmet ettiğini açıkladı ve duygusal ifadeleri anlamada yararlı olan üç prensip belirtti: İlk prensip, Kullanışlı Alışkanlıklar Prensibi, yararlı olan duygusal ifadelerin nesilden nesile aktarılacağını ileri sürerek Lamarckiyen görüşü destekler. İkinci prensip, Antitez Prensibi, bazı ifadelerin sadece yararlı olan ifadelerin karşıtı olmaları nedeniyle var olduklarını ileri sürer. Üçüncü prensip, Vücutta Uyarılmış Sinir Sisteminin Doğrudan Eylemi Prensibi ise sinirsel enerji sınırı aştığında ve serbest kalması gerektiğinde, duygusal ifadenin ortaya çıktığını belirtir.

Darwin, duygusal ifadeyi içsel bir durumun dışa iletimi olarak görmüştür ve bu ifadenin biçimi çoğunlukla durumu, orijinal uyarlanabilir kullanımının ötesine taşır. Örneğin Darwin, öfkeyle küçümseme durumunda insanların genellikle köpek dişlerini gösterdiğini söylemekte ve bunun, insan atalarının saldırma eylemi sırasında muhtemelen dişlerini kullandığı anlamına geldiğini iddia etmektedir.

Anekdotsal yaklaşım

Hayvanlardaki duygulara dair kanıt, öncelikli olarak düzenli biçimde evcil veya tutsak hayvanlarla ilişki hâlinde olan bireylerden alınan anekdotlardan ibaret olmuştur. Hayvanların duygulara sahip olmasıyla ilgili eleştiriler, insana benzetmenin, gözlemlenen davranışların yorumlanmasında motive edici bir faktör olduğunu sıklıkla belirtmektedir. Tartışmanın çoğuna, duyguları tanımlama zorluğu ve hayvanlar için insanlara benzer bir yolla duyguları deneyimlemede gerekli olduğu düşünülen kavramsal gereklilikler neden olmaktadır. Sorun, hayvanlardaki duyguları test etmenin zorlukları yüzünden tartışmaya daha açık hâle gelmektedir. İnsan duyguları hakkında bilinenler, neredeyse tamamen insan iletişimi ile ilgilidir.

Bilimsel yaklaşım

Son yıllarda bilim camiası, hayvanlarda duygu olduğu fikrine giderek daha çok destek vermektedir. Bilimsel yaklaşım, duyguları deneyimlemede insanlar ve insan olmayan hayvanlar arasındaki psikolojik değişim benzerliklerine dair bir anlayış geliştirmiştir.

Hayvan duyguları ve bunun ifadeleri üzerine çoğu destek, Darwin'in ileri sürdüğü gibi uyarlanabilir bir yolla harekete geçme süreçleri ile gerekçelendirilebilmeleri yerine, hissedilen duyguların önemli bilişsel süreçlere gereksinim duymadığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Hayvanlarda duygu çalışmaları ile ilgili geçmiş girişimler, deneysellik ve bilgi toplamada yeni yorumlara yol açmıştır. Profesör Marian Dawkins, duyguların fonksiyonel veya mekanik temelde incelenebileceğini ileri sürmüştür.

Fonksiyonel

Fonksiyonel yaklaşımlar, duyguların insanlarda ne gibi roller oynadığının anlaşılmasına ve bu rollerin insan olmayan hayvanlarda incelenmesine dayanır. Duyguların fonksiyonel bağlamda gözden geçirilmesinde yaygın olarak kullanılan yapı, duygulara dair üç aşamanın olduğunu gören Oatley ve Jenkins tarafından ortaya konulmuştur: (i) Özel bir amaçla ilgili olarak bir olayın bilinçli veya bilinçsiz ölçümüne dair değerlendirme. Amaç doğrultusunda ilerleme sağlanırken duygu pozitif, amacın engellendiği durumlarda ise duygu negatif olur. (ii) Duygunun bir veya birkaç eyleme öncelik verdiği ve diğer eylemlere ara verecek veya onlarla rekabete girecek şekilde aciliyet tanıyabildiği durumlarda eylem için hazır olma. (iii) Fizyolojik değişimler, yüz ifadesi ve davranışsal eylem. Ancak yapı, çok geniş olabilir ve tüm hayvanlar alemini ve bazı bitkileri kapsamak için kullanılabilir.

Mekanik

İkinci yaklaşım olan mekaniksel yaklaşım, duyguları yönlendiren ve insan olmayan hayvanlardaki benzerlikleri araştıran mekanizmaların incelenmesini gerektirir.

Mekaniksel yaklaşım, kapsamlı olarak Paul, Harding ve Mendl tarafından değerlendirilir. Konuşamayan hayvanlarda duyguya dair çalışmalar yapmanın zorluğunu fark eden Paul ve diğerleri, bunu daha iyi incelemek üzere olası yöntemler ortaya koyarlar. Paul ve diğerleri, insandaki duygu ifadelerinde işleyen mekanizmaları gözlemleyerek, insan olmayan hayvanlarda benzer mekanizmalar üzerindeki yoğunluğun, hayvan deneyimine dair açık kavrayışlar sağlayabildiğini ileri sürmektedirler. İnsanlardaki bilişsel ön yargıların duygusal duruma bağlı olarak çeşitlilik gösterdiğine işaret etmekte ve hayvanlarda duygu incelemesinde bunun bir başlangıç noktası olduğunu iddia etmektedirler. Araştırmacıların, eğitimli hayvanlarda belirli duyguları uyandırmak üzere özel anlamı olan kontrollü uyarıcıları kullanabileceklerini ve insan olmayan hayvanların hangi temel duygu tiplerini deneyimlediklerinin değerlendirmesini yapabileceklerini ileri sürmektedirler.

Bilişsel ön yargı testi

Bilişsel bir ön yargı, diğer hayvanlar ve durumlarla ilgili çıkarımların mantığa aykırı olabildiğine dair öne sürülen görüşteki bir sapma biçimidir. Bireyler, algılarından hareketle kendi "öznel sosyal gerçekliklerini" yaratırlar. Burada, iyimserliğin veya kötümserliğin göstergesi olarak kullanılan "Bardağın yarısı boş mu, dolu mu?" sorusuna atıfta bulunulur. Bunu hayvanlarda test etmek için bir hayvan, örneğin hayvan tarafından kola basıldığında şiddetle arzulanan bir yiyeceğin gelmesi gibi pozitif bir olayın öncesinde 20 Hz ses çıkaran bir A uyarıcısını algılama konusunda eğitilir. Aynı hayvan, örneğin kola basıldığında lezzetsiz bir yiyeceğin gelmesi gibi negatif bir olayın öncesinde 10 Hz ses çıkaran bir B uyarıcısını algılama konusunda da eğitilir. Sonra bu hayvan, 15 Hz ses çıkaran bir C uyarıcısı ile test edilir ve hayvanın pozitif veya negatif ruh hâlinde olduğunu gösterir şekilde pozitif veya negatif ödülle ilişkili olan kola basıp basmadığı gözlemlenir. Kullanılan hayvanın türü gibi çeşitli faktörler, bu testte etkili olabilir.

Bu yaklaşım kullanılarak, elle tutulan veya gıdıklanan sıçanların ara uyarıcıya farklı yanıtlar verdikleri bulunmuştur: Gıdıklanan sıçanlar çok daha iyimser davranmıştır. Bilim adamları, "ilk defa, doğrudan ölçülen pozitif etkili bir durum ile bir hayvan modelinde belirsizlik altında verilen karar arasında bir bağ" ortaya koyduklarını ileri sürmektedirler.

Bilişsel ön yargılar; sıçanlar, köpekler, makaklar, koyunlar, tavuklar, sığırcık kuşları ve bal arıları gibi farklı türler üzerinde ortaya konulmuştur.

Psikoaktif ilaçlarla kendi kendini tedavi etme

İnsanlar; depresyon, anksiyete, korku ve panik gibi çeşitli duygusal veya ruhsal bozukluklar yaşayabilmektedir. Bu bozuklukların tedavi edilmesi için bilim adamları anksiyolitikler (kaygı dindiriciler) gibi çeşitli psikoaktif ilaçlar geliştirdiler. Bu ilaçların çoğu, birtakım laboratuvar türleri kullanılarak geliştirildi ve test edildi. Testlerde kullanılan hayvanların bu duyguları deneyimlediklerini inkâr edip bu ilaçların insan duygularının tedavisinde etkili olduğunu kabul etmek, çelişkili bir durumdur.

Standart laboratuvar kafesleri, farelerin yüksek güdülenmeye sahip oldukları bazı doğal davranışlarını sergilemeleri için uygun değildir. Bunun sonucu olarak, laboratuvar fareleri zaman zaman depresyon ve anksiyete gibi duygusal bozuklukların belirtisi olan anormal davranışlar gösterir. Mutluluğu arttırmak için bu kafeslere bazen yuva yapım malzemeleri, korunaklar ve döner çarklar yerleştirilir. Sherwin ve Ollson, kafeslere bu tip malzemelerin eklenmesinin, insanlarda anksiyetenin tedavisi için yaygın olarak kullanılan Midazolam tüketimini azaltıp azaltmadığını test ettiler. Standart kafeslerdeki farelere ve içerisine çeşitli gereçler konulmuş kafeslerdeki farelere hem normal su hem de Midazolam karıştırılmış su verildi. Standart kafeslerdeki farelerin, anksiyeteyi çok daha fazla deneyimlediklerini gösterir şekilde, kaygı dindirici ilacın olduğu sudan diğer farelere göre daha yüksek oranda içtikleri görüldü.

İğsi nöronlar

İğsi nöronlar, özel hücrelerdir ve insan beyninde çok sınırlı üç bölgede bulunurlar: Anterior singulat korteks, frontoinsular korteks ve dorsolateral prefrontal korteks. Bu bölgelerin ilk ikisi, insanlarda empati, konuşma, sezgi, hızlı "içsel sesler" ve sosyallik gibi duygusal fonksiyonları düzenler. İğsi nöronlar ayrıca kambur balibaların, oluklu balinaların, katil balinaların, ispermeçet balinalarının, şişe burunlu yunusların, boz yunusların, beyaz balinaların ve Afrika ve Asya fillerinin beyinlerinde de bulunmaktadır.

Balinalarda çok sayıda iğsi nöron mevcuttur ve bu nöronlar, insanlardakine göre iki kat uzun ömürlüdür. Balina beynindeki iğsi nöronların gerçek fonksiyonu henüz anlaşılamamıştır ancak Hof ve Van Der Gucht, "korteksin diğer bölümlerine doğru ve diğer bölümlerinden hızlı bilgi taşıyan bağlantılar" olma gibi bir görev üstendiklerine inanmaktadırlar. Bunları, gereksiz bağlantıları atlayarak geçen ekspres trenlere benzetmektediler; organizmaların karmaşık sosyal etkileşimler sırasında duygusal işaretler üzerine derhâl yönlenmeleri ve etki etmeleri mümkün kılınır. Fakat Hof ve Van Der Gucht, bu hayvanlarda bu gibi duyguların doğasını bilmediklerini ve büyük insansı maymunlarda veya kendimizde gördüklerimizi balinalara atfetmemizin mümkün olmadığını belirtmektediler. Duyguların insanlar ve balinalar için benzer olup olmadığını bilmemiz için daha fazla çalışma yapılması gerektiğine inanmaktadırlar.

Ses çıkarma

En azından Darwin’den beri, şempanzelerin ve diğer büyük insansı maymunların kahkaha benzeri sesler çıkardıkları bilinmektedir.

Sıçanlar üzerinde yapılan araştırmalar, belli şartlar altında basit insan mutluluğuna benzer bir pozitif duygusal durum (duygu) sergiler şekilde 50 kHz’lik ultrasonik sesler çıkardıklarını ortaya koymuştur; bu sesler, “kahkaha” olarak değerlendirilmiştir. Sıçanlardaki 50 kHz’lik ultrasonik sesler; gıdıklama, ödüllendirici elektriksel beyin uyarımı, amfetamin enjeksiyonu, kur yapma, oyun ve agresiflik gibi hazsal uyarıcılar sayesinde benzersiz şekilde yükselir ve olumsuz uyarıcılar tarafından  bastırılır. Seslere neden olan tüm pozitif uyarıcılar arasında insanlar tarafından gıdıklanma, en yüksek orana yol açmaktadır.

Ev kedilerindeki mırlama gibi bazı seslerin; anne yavru etkileşimleri, tanıdık eşlerle yakınlaşmalar veya yuvarlanma ve sürtünme olaylarındaki gibi cansız nesnelere temas etme şeklinde, pozitif etki durumlarında ortaya çıktığı gayet iyi bilinmektedir. Dolayısıyla mırlama, genel olarak kedilerde bir “keyif” belirtisi olarak düşünülebilir.

Koyunlarda kalın sesli melemeler, bazı pozitif değer durumları ile ilişkilendirilmiştir zira bu sesler, kızışmış bir dişi yaklaşırken erkekler tarafından ya da kuzularını emziren ve onların bakımlarını yapan anneler tarafından çıkarılır.

Eleştiriler

Hayvanların duygu deneyimlediği görüşü zaman zaman delil yetersizliği nedeniyle reddedilmektedir ve hayvan aklı fikrine inanmayan kimseler çoğunlukla, bireylerin bakış açılarında antropomorfizmin (insana benzetme) rol oynadığını iddia etmektedirler. Hayvanların duygu deneyimleme kapasitesine sahip olduğunu reddedenler, hayvan duygularını doğrulayan çalışmalardaki tutarsızlıklara atıfta bulunurlar. Duygunun doğrudan iletiminin olmaması ile birlikte, hayvanlarda duygu tespitinin yapılmasındaki zorluk, ağırlıklı olarak insan deneklerden elde edilen sonuçlara dayanan deneylerle giderilmeye çalışılmaktadır.

Hayvanlarda duygu kavramına karşı çıkan kimseler, duyguların evrensel olmadığını öne sürmektedirler. Eğer duygular evrensel değilse bu, insan ve hayvan duygusu arasında filogenetik bir ilişki olmadığını göstermektedir. Hayvan duygusunun destekçileri tarafından çizilen ilişki, sonrasında yalnızca uyarlanabilirliği destekleyen ama insan duygusu yapılarının karmaşıklığını içermeyen mekanik hatlar şeklinde kalacaktır. Böylelikle sosyal bir yaşam biçimi, temel duyguların karmaşık duygular hâline gelmelerinde bir rol oynayabilir.

Darwin, yaptığı bir araştırma yoluyla insanların evrensel duygu ifadeleri sergilediği sonucuna ulaşmış ve hayvanların da belli bir seviyede bu ifadelere sahip olduğunu ileri sürmüştür. Darwin’in sonuçları, bulguların yanlış yorumlandığını düşünen kimselerce eleştirilmiştir. Sosyal yapılandırmacılar, duyguların evrensel olduğu düşüncesine karşı çıkarlar. Diğerleri ise duygu ifadelerinin ve duyguların evrensel olduğunu ama karşılıkların kültürel olarak geliştiğini ileri sürerek bir ara duruş sergilerler. Elfenbein ve Ambady tarafından yapılan bir çalışma, belli bir kültür içerisindeki bireylerin birbirlerinin duygularını anlamada daha başarılı olduklarını ortaya koymuştur.

Örnekler

Primatlar

Primatlar, özellikle de büyük insansı maymunlar, empati deneyimleme ve zihin kuramı konularında adaydır. Büyük insansı maymunlar, karmaşık sosyal sistemlere sahiptir; genç bireyler ve onların anneleri, birbirlerine güçlü bağlarla bağlıdır ve bebek bir şempanze veya goril öldüğünde, annesinin onu birkaç gün boyunca taşıması sık rastlanan bir durumdur. Jane Goodall, şempanzelerin yas tutma davranışı sergilediklerini tanılamıştır. İşaret dilini kullanmak üzere eğitilen goril Koko’nun, yakın dostu kedi All Ball öldüğünde üzüntü belirten sesler çıkardığı belirlenmiştir.

Bu gibi sistematik olmayan kanıtların ötesinde empatik tepkiler konusunda destek, makaklar üzerinde yapılan deneysel çalışmalardan elde edilmiştir. Makaklar, kendilerine yemek gelmesini sağlayan ancak aynı zamanda bir arkadaşlarını elektrik şokuna maruz bırakan bir zinciri çekmeyi reddetmiştir. Türdeşlerinin acı çekmesini önlemeye yönelik bu davranış, insanlardaki empatiyi andırır şekilde, tanıdık olmayan makaklardan ziyade tanıdık olanlar arasında daha belirgin olarak ortaya çıkmıştır.

Bundan başka, şempanzelerdeki teselli etme davranışı üzerinde araştırmalar yürütülmüştür. De Waal ve Aureli, olayla ilgisi olmayan bireylerin, başta daha yoğun şekilde tepki verenlere yönelik olmak üzere teselli etme (Örneğin temas kurma, sarılma, bakım uygulama vs.) yoluyla ilgili bireylerin üzüntüsünü gidermeye çalıştıkları bulgusuna ulaşmışlardır. Araştırmacılar, insansı maymunlar ile diğer maymunlar arasındaki muhtemel empati farklılıklarını gösterir şekilde, aynı gözlemleme protokollerini kullanarak diğer maymunlarda bu sonuçları elde edememişlerdir.

Diğer çalışmalarda ise büyük insansı maymunlardaki duygusal süreçler üzerine odaklanılmıştır. Özellikle şempanzelere, hoşa gitmeyen veteriner uygulamaları veya güzel yiyecekler gibi duygusal anlamlar barındıran video klipler izletilmiş ve bu sahneler ile türe özgü iki özel yüz ifadesi eşleştirilmeye çalışılmıştır: “Mutlu ifade” (oyuncu bir yüz) veya “üzgün ifade” (engellenme ya da hüsran sonucu görülen diş gösterme ifadesi). Şempanzeler, klipleri izlerken içerdikleri anlamlara göre doğru yüz ifadeleri sergilemiştir ki bu durum, yüz ifadelerinin duygusal anlamlarını anladıklarını göstermektedir. Ölçülen vücut sıcaklıkları da kliplerin şempanzeleri duygusal açıdan etkilediğini ortaya koymuştur.

Kemirgenler

1998 yılında Jaak Panksepp, tüm memelilerin duygusal deneyimler yaşama kapasitesine sahip beyinlerle donatıldıklarını ileri sürmüştü. Sonrasında, bu iddiayı desteklemek amacıyla  kemirgenler üzerinde çalışmalar yürütülmüştür. Bu çalışmaların birinde sıçanların, türdeşlerinin sıkıntılarını gidermeye çalışıp çalışmadıkları incelenmiştir. Sıçanlar, bir türdeşlerine görsel bir işaretle yönlendirilmiş elektrik şoku verilmesini önlemek üzere bir kola basma konusunda eğitildi. Sonrasında, ya bir türdeşlerinin ya da strafor bir nesnenin yukarı kaldırıldığı ve kola basılması sonucunda aşağı indirildiği bir durum için test edildiler. Türdeşlerinin acı çekmesini deneyimlemiş sıçanlar, acı çeken türdeşinin acısını hafifletme konusunda kontrol grubundaki sıçanlara göre on kat fazla tepki gösterirken, deneyim yaşamamış sıçanlarda bu oran üç katta kalmıştır. Bu durum, empati ile ilişkili bir olgu olarak, sıçanların bir türdeşlerinin acısını azaltmada aktif olarak rol oynayacaklarını göstermektedir. Maymunlar için tasarlanmış benzer deneylerde de kıyaslanabilir sonuçlar elde edilmiştir.

Langford ve diğerleri, sinirbilimi temelli bir yaklaşımı kullanarak kemirgenlerdeki empatiyi araştırdı. Elde edilen sonuçlar: 1) Eğer iki fare birlikte acı çekiyorsa, bireysel çekilen acıya nazaran acı belirten davranışı çok daha yüksek seviyelerde sergilerler. 2) Eğer fareler birlikte farklı seviyelerde acı çekiyorsa, her bir farenin davranışı sosyal partneri tarafından deneyimlenen acı seviyesine göre değişiklik gösterir. 3) Tehlikeli bir uyarıcıya karşı hassaslık, acı verici uyarıcıya maruz kalan farenin yanında onun acı çektiğini gören fare tarafından aynı derecede deneyimlenir. Çalışmayı yürütenlere göre, başka bir fare tarafından sergilenen acıya karşı verilen bu tepki, ayrıca domuzlarda da rapor edilen ve empatiyle ilişkili bir olgu olarak duygusal etkilenmenin göstergesidir.

Kemirgenlerin, bir türdeşlerinin acı çekmesiyle ilişkilendirilmiş bir şartlı uyarıcıya, sanki bir şartsız uyarıcıyla doğrudan deneyim yaşamış bir çiftmişçesine tepki verebildiklerini gösteren bazı çalışmalar da yapılmıştır. Bu çalışmalar, kemirgenlerin empatiyle ilişkili bir durum olarak duygu paylaşımında bulunma kapasitesine sahip olduklarını ortaya koymaktadır.

Kuşlar

Marc Bekoff, The Emotional Lives of Animals isimli kitabında, inancı doğrultusunda hayvan davranışı biçimlerinin, hayvanların duygu deneyimleyebildiğine dair kanıt olduğunu belirtmiştir. Aşağıda, kitabından bir alıntı yer almaktadır:

“Birkaç yıl önce arkadaşım Rod ve ben; Boulder, Kolorado civarında bisiklet sürüyorduk ki beş tane saksağan arasında yaşanan çok ilginç bir olaya tanıklık ettik. Saksağanlar esasen kargadır; çok akıllı bir kuş familyasının üyesidirler. Bir saksağana araba çarpmıştı ve yolun kenarında ölü şekilde yatıyordu. Diğer dört saksağan da onun etrafında duruyordu. Bir tanesi ölünün yanına yaklaştı, onu -tıpkı bir filin diğer bir filin gövdesine hortumunu sürtmesi gibi- hafifçe gagaladı ve geri çekildi. Diğer bir saksağan da aynısını yaptı. Bir başkası havalandı, kısa süre sonra bir miktar çimenle geri döndü ve bunu ölünün yanına koydu. Diğer bir saksağan da aynen böyle yaptı. Dört saksağan, bir süre hareketsiz durdular ve sonrasında teker teker havalanıp uçtular.”

Daha sonraki gözlemsel çalışmalarda Orlaith ve Bugnyar, kuzgunlardaki tanık olma yakınlığını keşfetmeyi amaçlamışlardır. Tanık olma yakınlığının, tanığın kurbanı teselli etmeye ve onun sıkıntısını hafifletmeye çalışması şeklindeki bir empati ifadesi olduğuna inanılmaktadır. Orlaith ve Bugnyar, kuzgunlardaki çatışma sonrası davranışları incelediklerinde, tanık olma yakınlığı (Örneğin yan yana durma, tüy bakımı veya gaga-gaga ya da gaga-vücut teması...) ve ayrıca kurbandan tanığa doğru çatışma sonrası yakınlığı şeklindeki istenen tanık olma yakınlığı için güçlü kanıtlar olduğu bulgusuna ulaştılar. İstenen tanık olma yakınlığının, kurbanlara karşı yeni bir saldırgan tutum olasılığının azaltılması için olduğu düşünülmektedir. Araştırmacılar, kuzgunlar arasında bireylerin duyguları açısından bir hassasiyet olduğu sonucuna varmışlardır. Ancak bu çatışma sonrası etkileşimlerinin sıklığı ve fonksiyonunda, aradaki ilişkinin kalitesinin önemli bir rol oynadığı dikkate alınmalıdır. Daha spesifik olarak, hem tanık olma yakınlığında hem istenen tanık olma yakınlığında yer alan tanıklar, kurbanla muhtemelen değerli bir ilişki paylaşımındadır. Bu durum da empatik davranışların oluşmasını etkileyen sosyal paydaşlar arasındaki yakınlığın derecesiyle şekillenir şekilde, insanlarda ve primatlarda görülen empatiye ilişkin bulgulara benzemektedir.

Köpekler

Bazı araştırmalara göre ev köpekleri, belli kronik ve akut psikolojik durumların eşdeğerleri dâhil olmak üzere, insanlarınkine çok benzer negatif duyguları deneyimleyebilmektedir. Bu bulguların çoğu, Martin Seligman’ın depresyon konusundaki ilgisinin devamı olarak ele aldığı öğrenilmiş çaresizlik teorisi üzerine yaptığı çalışmalardan elde edilmiştir:

Önceden bir sesli uyarıcıyla ilişkilendirmek üzere kaçınılmaz elektrik şoklarıyla şartlandırılmış bir köpek, tüm yapması gereken on saniye içerisinde alçak bir platformun üzerinden atlamak olsa bile, uyarının verilmesinin ardından elektrik şoklarından kaçmayı denememiştir. Köpek, “acı verici uyarıcıdan” kaçınmaya çalışmamıştır bile çünkü önceden şoka maruz kalma olasılığını azaltabilecek herhangi bir şey “öğrenmemiştir”. Bir sonraki deneyde, koşum takılı üç köpek yer almıştır; diğerleriyle aynı yoğunlukta ve uzunlukta elektrik şokuna maruz kalmış bir köpek, kontrol imkânı verecekmiş gibi görünen bir kolla ilişkilendirilmiş ama bu kol, bağlantısız bırakılmış ve hiçbir işe yaramamıştır. İlk iki köpek, deneyin etkilerini çabucak atlatırken, bu edinilmiş çaresizliğin bir sonucu olarak üçüncü köpek, klinik depresyonun kronik belirtilerini göstermiştir.

Daha sonra yapılan bir dizi deney göstermiştir ki insanlardakine benzer şekilde, uzun dönemli yoğun stres şartları altında köpeklerin yaklaşık üçte birinde öğrenilmiş çaresizlik veya uzun dönemli depresyon ortaya çıkmamaktadır. Bunun yerine bu hayvanlar, geçmiş deneyimlerine rağmen hoşa gitmeyen durumla başka çıkmanın bir yolunu bir şekilde bulmaktadır. İnsanlardaki özelliğe denk şekilde, durumun özel, her zaman hissedilen veya kalıcı olmanın dışında tutulduğu bir açıklayıcı tarz ve iyimser tutumla ilişkilendirildiği görülmüştür.

Bu çalışmaların ardından klinik depresyon, nevroz ve diğer psikolojik durumlarla kıyaslanabilir belirtilerin, ev köpeklerinde duygu kapsamı dâhilinde olduğu kabul edilmiştir.

Psikoloji alanındaki araştırmalar, insanların başka insanların yüzlerine bakarken, bakışın simetrik olmadığını ortaya koymuştur; bakış, karşıdaki insanın duyguları ve durumu hakkında bilgi elde etmek üzere kendiliğinden yüzün sağ tarafına doğru kaymaktadır. Lincoln Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar göstermektedir ki köpekler de bir insanla (sadece tek bir insanla ve ayrıca diğer hayvanlar ya da köpeklerle de değil) karşılaştıklarında, aynı durumu paylaşmaktadır. Esasen köpekler, primat olmayanlar arasında bunu yapabilen tek hayvandır.

Köpeklerdeki kişilik özelliklerinin varlığı ve doğası üzerinde de çalışmalar yürütülmüştür (164 farklı ırktan 15.329 köpek). Bu çalışmaların sonucunda beş tutarlı ve sabit “kısıtlı özellik” belirlenmiştir: Oyunculuk, meraklılık/korkusuzluk, ava yatkınlık, sosyallik ve agresiflik. Sonrasında utangaçlık-gözüpeklik bağlamında bir üst seviye eksen de oluşturulmuştur.

Köpeklerdeki duygular üzerine çalışmalar, manyetik rezonans görüntüleme yöntemi kullanılarak yürütülmüştür.

Kediler

Ev kedilerinin, insan bebeklerinin ağlayışlarına benzer şekilde ses çıkarma yoluyla sahiplerini yönlendirmeyi öğrenebildikleri kabul edilmiş bir durumdur. Bazı kediler, seslere ilaveten mırıltılar çıkarır ve bu şekilde ses, insanlar için daha az ahenkli ve daha uyumsuz hâle gelip, insanın duymazdan gelmesini zorlaştırır. Bazı özel kedilerse ses çıkarmayı deneme yanılma yoluyla öğrenebilir; belli bir ses, bir insandan pozitif bir karşılık bulduğunda, kedinin bu sesi ileriki zamanlarda kullanma olasılığı artar.

Hırıltı çıkarma, insanlardakine benzer şekilde bir rahatsızlık veya korku ifadesi olabilir. Rahatsız olduğunda veya kızdığında bir kedi, kuyruğunu normal bir durumdakine göre çok daha hareketli şekilde sallar. Aslanlar gibi daha iri kedilerde ise onları sinirlendiren şeyler bireyden bireye değişiklik gösterir. Bir erkek aslan, yavrularının yelesiyle veya kuyruğuyla oynamalarına izin verirken, bir diğeri bu durumda tıslayabilir ve patisiyle onlara vurabilir. Erkek ev kedileri de aile üyelerine karşı farklı tutumlarda bulunabilir; örneğin daha yaşlı erkek kardeşler, gençlerin veya yeni yavruların yakınlarında olmak istemeyebilir ve hatta onlara karşı düşmanca tutum sergileyebilirler.


Çevirmen: Anıl Altın
Kaynak: Wikipedia > Emotion in animals